18 Eylül 2008 Perşembe

DUDAK ÇORBASI

Garın yanında döküntü bir kahveye oturmuş trenin gelmesini bekliyordum. Ama gelince binmeyecektim. Sırf havalı bir giriş olsun diye öyle söyledim. Ha ha ha! Öylesine pinekliyordum işte. İş yoktu ama güç derseniz o vardı. İçimde bir şeyler harmandalı oynuyor, gözlerim çevreyi keserken vel-fecri okuyordu. Beş çay daha içtikten sonra bir şekilde tüymeyi planlıyordum açık ve net söylemek gerekirse. Camdan süzülen yağmura baktığımda aklımın sularla boşalıp gideceğinden korkup hemen başımı başka bir yere çevirdim. Tam burnumun önünde, buram buram ter kokan bir gövde duruyordu.
“Çay içer misin ağbi,” dedi çırak.
Ona baktım. Yüzüme bilmiş bir gülüş yerleştirip. “Yağmur suyundan yaparsanız içerim,” dedim. Morarmış, ablak suratıyla hiç düşünmeden “Hemmen geliyor ağbi,” dedi. Karşılık veremeyeceği için duymazdan gelmişti ibne espriyi. Yürürken arkasından götünün sallanışına baktım sonra. Bunu niye yapmıştım bilmiyorum. Tezgahtaki çaycının kavram karmaşasına düşmüş yüzüyle karşılaşınca ise, hemen başka bir yöne çevirdim kafamı. Hay Allah! Şimdi işin yoksa toparla durumu.
Çekirge gibi sıçradı düşüncelerim. Baktığım yerde, yani iki masa ötemde, camın kenarında üç dört kişi hararetle konuşuyorlardı. Normal bir göz onların tartıştığını sanabilirdi, ancak ben, Mr Tilki, hemmen fırsatların o tatlı kokusunu almıştım. Pos bıyıklı kel kafalı herifin pek bir ateşli göründüğünü müşahade etmem de gelirin yüksek tutarı hakkında bana hoş bir ipucu vermiş ve heyecanımı bir kat daha arttırmıştı. Haydi lan Tipor! Profesyonel yeteneklerini kullanmak için sana bir fırsat çıktı işte. Vücudumu çevirip gözlerimi pos bıyığın yemek artıklarıyla süslenmiş dolgun dudaklarına kilitledim. Dudak okuma çalışmalarım meyvesini verecekti sonunda.
Titreyen, hoplayan, nikotinli dişleri dışarı çıkarıp sonra yine içeriye gömen dudakların beynimde anlamlar yaratmasına izin verdim. Hecelemeler yavaş yavaş kelimeler sonra da cümleler yaratacak ve belki de biz harika bir işi bir grup götlekten daha önce kapma olanağına kavuşacaktık.
“O.nu..ra.ma..lı.sor.”
Ohha! Mal mı? Gözlerim elimde olmadan kısıldı. Dikkatim dört katına çıkarken boğazıma yuvarladığım çayın sıcaklığından etkilenip anırmayı bir başka zamana bıraktı.
“Piç.ler.ya..Ka..köy.de..ki. de.po.Mi.ki.”
Herif sağır dilsiz haberleri sunmuyordu tabi ki. Sadece benim yakalama hızım bu kadardı, kusura kalmayın. Sahaya ısınan deplasmandaki bir futbolcu gibi, izlediğim pelte et birazdan yavaş yavaş kendi dudaklarıma dönüşmeye başlayacak, biraz sabredin..
“Ya.nı.nıza. al.et. alın. On.lar.Erz. .canlı.puş. o.lur.o.bar.bi.is.t.yor. um.”
Koca bir es. Makinist filmi durdurdu. Baş benim tarafıma çevrildi. Önce bir yalanma, sonra bir öpücük.. Nereye bakıyordu acaba? Götü güzeldi ama olası mıydı bu?. Arkamdaki çaycıya öpücük yollayabilir miydi? Yoksa bir gay kahvesi miydi burası? Tam da en heyecanlı yerindeydi lan! Dudak boyutuna kadar kıstığım görüş alanımı genişlettim. Ve pos bıyığın sinirli gözlerini yüzüme diktiğini gördüm. Yanılmıyorsam ve şaşı değilse bana bakmaktaydı alenen.
“Resmen bizi dinliyor orospu çocuğu,” dedi o esnada. Diğerleri de bana doğru çevirdiler kafalarını.
Üstüme alınıp kıçımı tehlikeye atacak halim yoktu. Röntgencilikte yakalanmanın yanaklara yüklediği utanç kırmızısıyla hemen başka bir yere dönüp ıslık çalmaya başladım. O tarafa bakmaya gerek yoktu. 170 derecelik açıda, buğunun içinde oynaşan şekiller bana her şeyi anlatacaktı. Beni uzunca bir süre kestiler, ben soğuk terler dökerken. Ama rolümü iyi oynamıştım. Öylesine gözüm takıldı zannedip yine konuşmalarına döndüklerinde nane limon içmiş gibi bir ferahlama yayıldı göğsüme. Ancak biraz daha beklemeliydim. Pos bıyık kıllanmış olmalıydı. Arada bir gözleri masama kayıyor gibi bir his vardı içimde.
“Ağbi boynun mu tutuldu? İstersen masaj yapabilirim,” dedi çırak.
Başımı elimle ovalayarak ona baktım. Kesin ibneydi bu çırak. İyi yere kapılanmıştı namussuz.
“Yok kardeş, sağol.”
“Çay ister misin ağbi?”
“İsterim isterim, ama mavi olsun, renk körüyüm ben, kahverengiyi mavi algılıyorum.”
“Hemmen geliyor ağbicim.”
Yine cevap vermemiş, geyiğe açılan yolu kapatıp gitmişti. Ama ne gidiş! Davula vuran tokmak gibi.. Tanga giymiş olabilir miydi lan? Peeeh! Patlatacaktı be namussuz, pantalonu. Kafamı sallayıp kendime gelmeye çalıştım. Nooluyordu lan bana? Ve yine o soran, ayıplayan, ağzıma sıçan gözler üstüme çullandı. Bir kez daha utandırmıştı beni çaycı. Ne be ne?! Herkes üstüme geliyordu anasını satayım! Hayır, ben her saldırgan bakışta öyle gözlerimi yere indirip eyvallah diyecek bir korkak değildim. Bunu anlamaları gerekiyordu: Gözkapaklarımı kırpmadan kilitlendim çaycının çipil gözlerine. O da dirayetli bir adama benziyordu. Böyle zamanlarda sonucun ne olacağını kimse bilemezdi. Bakışları yere indiren kaybedeceğini bildiği için sinirlerine hakim olamayıp her an boktan bir laf edebilirdi. Süre uzadıkça hüzünlü bir pişmanlık çökmüştü üstüme. Ve birden B planına geçiverdim. “Adaçayınız var mı ağbi?” diye sordum yalak bir gülümsemeyle. Türüme özgü, refleksiv bir davranıştı bu. Madara olmuştum ama kendime. Kim bilecekti ki bu siktirik yerde yaşanmış utanç verici bir olayı? Kafasını sallayıp “Çay mı yapalım adaçayı mı?” dedi çaycı. “Yok yok, şimdi çay içeyim,” dedim ben de...
Ardından pencereye döndüm. Yağmur damlaları ile hafızamın çocukluk bölümü akıp yeşil çuhaya döküldü. Her an bir başkası üstüne kendi anılarını vurup “Pişti!” diye bağırabilirdi. Soluma kaçtım hemen. Kurtarılmış bölge diyebilir miyiz? Hayır. Orada da cehennem zebanisi gibi bir herif oturmuş, acaba kimi dövebilirim diye çevresini kesiyordu. Radarları beni keşfetmeden gözlerim masamın yeşil çuhasının huzurlu çayırlıklarına tüydü.
“Çayın ağbicim.”
Hoplayan içim mantığım tarafından yine yerine gönderildi. Önüme konan çaya istifimi bozmadan bakmaya çalıştım. Fincanla gelmişti ve yanında bir tek gül duruyordu. Allah Allah yaa!
“Ben vazoda istemedim çayımı kardeş, şöyle ince bellide getirsen ne güzel olurdu be,” dedim.
“Ha ha ha, çok şakacısın ağbi! Bu müessesenin ikramı,” deyip gitti çırak.
Hızlı bir baş hareketiyle tüm kahveyi bir çırpıda taradım. Kamera şakası falan mı yapılıyordu acaba? Bir puştluk vardı ama ne? Neyse bu çayı içip hemen gidecektim buradan. Bedava çay işte.
Yine dudak okuma egzersizlerine dönmeye karar verdim sonra. Bu beni gereksiz kuruntulardan uzaklaştırırdı. Ayrıca gelir getirecek “mal” olgusu hala beynimi kemirmekteydi aç bir kunduz gibi. Harbiyse durumlar, hemen kahveden Hayri ağbileri kapıp beyinlerine inerdik. Ya da Hayri ağbi bana “Siktir git lan salak herif,” deyip kağıt oyununa dönebilirdi. Fakat, denemeye değmez miydi? Evet evet, değerdi.
Çaktırmadan, ağır ağır dönerek harika bir zoomla dudaklara yaklaştım. Beynim Alman denizaltılarını yakalamaya çalışan o cesur şifre çözücülerin, yani yeni dünya düzeni düzücülerinin yalak av köpekleri moduna girmekte zorlanmadı. Ve kodlar kendiliğinden aktılar kahvenin gürültüsüyle kirlenen bilincimin boş yerlerine.
“Yi.ne..ba.kı.yor.lan.bu.ibne!”
Birden ayağa fırladı pos bıyık. Kalbim korkuyla iki do bir la vurdu. Yaşaran gözlerim saf ve masum bir ifadeyle cellatına döndü. Ulan Tipor! Ulan Tipor!
“Ne bakıyon lan yavşak, maymun mu oynuyo burda?” diye bağırdı pos.
“Bana mı dedin ağbi?”
“Kime diycem lan göt, ne gözünü dikip dikip bizi dinliyon orospu çocuğu?”
“Ağbicim, yanlış anladın. Ben hafif şaşıyım ağbi.”
“Yavşağa bak lan, bi de yüzüme bakarak yalan söylüyor. Şimdi niye şaşı diilsin ibnetor?!”
Hah! Bu son küfür çok süper oldu.
“Ağbi, ağbicim, devlet sırrı mı konuşuyosunuz, bu ne hiddet?”
“Dur bırak,” dedi eline yapışan arkadaşına. “Tutmayın lan beni, sikecem bu ibneyi, bırak Haşim bırak, bırak lan!”
Herif tam bir öküzdü. Tutmalarının imkansız olduğu, ayrıca tümünün de böyle bir çaba içerisinde olmadığı aşikardı. Birkaç arkadaşı da ona katılıp benim dövülmem konusunda anlaşmaya vardıklarında ve tutup dışarı çıkarmak için hareketlendiklerinde karşılarına dikilen çaycı beni bir kez daha şaşırtmayı başardı. Öküzün boynundan yakalayıp itivermişti geriye.
“Siktirin gidin lan şurdan, tav etmeyin adamı.”
“Ama ağbi,” dedi öküz.
“Lan, sen hala mı konuşuyon!” dedi güzel götlü çaycı. “Hadi naş naş.”
“Yaa,” diye meramını anlatmaya başlayacaktı ki; kahvenin en dibinde kumar oynayan kan çanağı gözlü adamlar sırayla kafalarını kaldırdı. “Lan siktirin gidin hadi lan!” dedi bıyığı sigaradan kızıla dönmüş bir gözü kapalı bir tip. Sonra yine oyuna döndüler. Ama bir kulaklarının verilecek cevapta olduğu belliydi. Minimal hareketlerle kıpırdanmışlardı uyuşmuş götlerini kavgaya hazırlayarak.
Ben mi ne yapıyordum o sırada. Tam bir uslu çocuk portresi çizerek, büyümüş şaşkın gözlerimle çevreye bakınıyor, “ne yaptım ki ben,” sinyalleri yolluyordum her yere.
“Tamam be tamam,” dedi öküz başını yere eğerek. “Gelin çocuklar.”
Ve garip bir şekilde, iki kelime edemeden raconları yerlerde sürünerek çekip gittiler. Hay anasını. Ne yere düşmüştüm ama. Öküz aleyhisselam bile gıkını çıkaramadığına göre buranın sahipleri kaç kişinin götünden kan almıştı. Bir de buraya madik atma peşindeydim. İçtiğim çaylar ve yediğim tostların üstüne kocaman bir yutkundum. Nah para takardım ben buraya.
Bana dönüp “Sen bakma onlara ağbi,” dedi çaycı. “Rahatına bak, burada kılına kimse dokunamaz senin.”
Ve kıçını sallaya sallaya tuvaletin oraya yürüdü ben “Sağol,” derken. Öfff! İskemleden aşağı düşmemek için masaya tutundum. Sert sert baktı bana çaycı...
----------------------

Bir Reklam
Bacakları olmayan 20 yaşlarında şişko ve ağlamık suratlı bir kız bir ağacın dalına oturtulmuştur. Sanat yönetimi gerçekten takdire şayandır. Kızın aşağısına elbise olarak kısa bir etek giydirilmiş ve altına, (galiba belinden tutturulmuş) şuursuzca bir külotlu çorap geçirilmiştir. Bu arada kurnaz, çakal yönetmen yan tarafa yerleştirttiği vantilatörlerle tatlı bir rüzgar efekti elde etmekte, kızın bacaksız külotlu çorapları rüzgarda salınmakta, üstüne koyduğu viyolonsel ağırlıklı duyarlı müzikle de eşeğin şeyine su kaçmaktadır. Her şey çok dramatiktir. Kızın gözlerinden de bir damla yaş süzülür. Biz efendim, reklamın ne kadar büyük bir puştluk olduğunu bildiğimizden etkilenmediğimizi iyicene gözlerine sokmak için şeyimizi kaşırken terbiyesiz bir kahkaha patlatırız. Ama seyirci ağlar. Böylesine bir hüzün ve acıma duygusuyla herhalde kötürümler bile bu külotlu çorabı kapışacaklardır.
Slogan: Bazıları çorabı kafasına takıyor. Bizim tercihimiz kıçımızdır. Yuppiii!
-----------------------

Sonuçta, optimist bir bakışla, kahvede, kapanışa kadar keyfim kekaydı. Her türlü zevki yaşayabilir sonra da; şekilli bir kaçış planı bulamazsam dayağımı yer geçerdim. Artık yağmura bakabiliyordum. Bazen kıçımın yerini değiştirmesem iskemleye yapışacağından korkmaya başlamıştım bu sefer de. Boş boş oturmaktan sıkılmayan bir yapıya sahiptim aslında. Ancak askeriyede üretilmiş, boş kalan adamın beyni puştluğa işler savını değiştirecek güçte bir karakterim de yoktu.
Şimdi de bir başka masa seçmiş, yine dudak okuma seanslarına vermiştim kendimi. Tek dikkat etmem gereken yerin kumarbazlar masası olduğunu biliyordum. Kahveye on dakika kadar önce teşrif etmiş iki yabancıyı seçmiştim ben de. Boktan tipleri vardı. Benim karşıma oturmuş herifin tam bir takoz olduğu, kodu mu oturtacağı açıkça ortadaydı. Kıllı, dikdörtgen kafasındaki çizgiye benzeyen ağzıyla çok bilmişçesine konuşup duruyordu. İç sesimi susturup zoomla yaklaştım. Şimdi kaydetmeliydim, sonra bol bol düşünecek zaman bulabilirdim.
“Kar.de..şim.be.nim..İs.te.di..ka.rı.ol.sun.”
Aha, ne demek, hepimizin istediği karı! Konuşan tipin arkadaşı azmış, bunu anlayabiliyorum.
“Be.nim. A.sel..var..Ha.di.ka.k.o.na.git..Ta.bi. o.lum. Bi.şe. de.mez. A.ıp et.tin.Ta.cet.tin.in.ar.ka.ım.de”
Diyor ki bir sevgilisi var, kendisi de ağır bir tip olduğu için onu kırmayacak bir sevgili bu. Hımm, ilginç!
“Ba.kır.a.ç yok.uş.var.ya. no.14.üç.cü..kat. Yok.be..lum, bi.. şey.de.se.be.ni..ara...”
Hemen ayağa fırladım. Öğreneceğimi öğrenmiştim, daha fazla derse ihtiyacım yoktu. Masanın üstünde çakmağımı bırakarak kapıya yöneldim.
“Hayrola, nereye gidiyorsun?” diye sordu çaycı.
“Sigara alıp geliyorum hemen koçum,” diye cevapladım. Altın dişi birden ortalığa serildi. Kesik kesik ışıldayarak güle güle dedi bana.
Soğuk olduğu kadar bir de ıslak olan havanın içinde neşeli kulaçlar atarak ilerledim. Bu kadar kolay olabileceğini düşünmemiştim her şeyin. Bir karı kazanırken; bir mont ve bir çakmak kaybetmiştim sadece. O da şimdilik
ay başında annemden parayı çarpar, gelip geri alırdım. Di mi ya. Evet, kesinlikle öyle...
--------------------------

Gözlerime inanamıyordum. Açılan kapının arkasında bir huri duruyordu. Kızıla boyattığı ekleme saçları, boyaya batmış suratı ve o bembeyaz tavuk etleriyle ısır beni, tekmele beni diye bağırıyordu. İşin gerçeği böylesini ummamıştım ben. Daha falafoş bir karı beklerken karşıma çıkan bu yavru içimdeki fay hattını kırıp güçlü bir ihtiras depremi oluştumuştu.
“Buyur koçum, kimi aramıştın?” dedi kart sesiyle.
“Seni aradım Aysel, kimi arıycam?” diye cevapladım gülerek. Şeylerimin zonklaması bana ayrı bir pişkinlik veriyordu. Gözlerini kısarak, dudaklarını kemirerek inceledi beni. Şuh karıydı be!
“Sen de kimsin lan dallama!” dedi hırıldayarak. Sigarayı biraz azaltması gerekiyordu ama.
“Beni Tacettin ağbi gönderdi. İlgileneceğini söyledi,” dedim.
“Hadi yaa?” dedi inanmıyormuş gibi. Aynı zamanda kontrol altında olduğumu, ayaktan kulağa kadar süzüldüğümü de hissedebiliyordum.
“Hı hı!”
“Niye göndersin seni Tacettin?”
Aptala yatıyordu herhalde.
“Bakın hanfendi, şeylerim patlamak üzere, bir çabuk konuya girsek, yoksa Tacettin ağbiyi aramak zorunda kalacağım,” dedim. Üzerimden büyük bir yük kalkmıştı.
“Oha!” dedi.
Gülerek durdum.
O da güldü sonra. “Geç içeri, geç,” dedi. “Tacuşun her gönderdiği adamı almam ama sende tatlı bir hava var. Ha ha. Ne de şirin patlak gözlerin var senin öyle ayol. Ha ha!.”
Yalan söylüyordu. Tacuş’un tipini görmüştüm. Öyle otorite boşluğuna izin verecek bir tip değildi. Ama karı çatlaksa o başkaydı tabi. Deli karıların ne yapacağı belli olmazdı.
Taşaklarımı avuçlayıp tarttı birden.
“Aaa! Noolmuş ayol bunlar. Ay balon gibi, dikkat et uçacaksın ayol. Ha ha haayt!”
Birden üstüne atlayıp yere yıktım. Gözüm dönmüştü. Bacak boyun, göğüs, dudaklarıma neresi gelirse orayı öpüyordum. Aysel ise altımda kıkırdayıp sürüne sürüne yatak odasına kaçmaya çalışıyordu.
“Dur kız, Allah iyiliğini versin. Dur manyak. Aaa!”
“Gel buraya, gel buraya,” diye bağırdım. Bir türlü tutamıyordum altımdan kayan kadını. Halının üstünde, bacaklarından yakalayıp sabitlemek için büyük bir uğraş veriyor, yüzüstü çenemi alnımı sürtüp kanatarak sürükleniyordum.
“Ay ne azgınmışsın sen ayol. Tacuşu da sikersin sen kız ha ha haayt!”
Debelene debelene, yerde yılanlar gibi kıvrılarak yatağa ulaştık. Yorgana bastırarak kaldırdı kendini. Yüzü değişmiş, tamamiyle vahşi bir seksle dolmuştu. Ciddi ciddi soluyarak baktı bana. Yuvarlanarak tahrik oluyordu demek ki... Ayağa kalktım. Öylece, hiçbir isteğim kalmayarak yüzüne baktım. Ne olduğunu anlayamamıştı. Sonra benimle birlikte başını eğdi ve önümde oluşan ıslaklığa baktı büyüyen gözbebekleriyle. Yerde sürtünerek ilerlerken dayanamayıp boşalmıştım.
“Pıfff, ay bu ne?” diye patladı. Aksıra tıksıra gülüyordu ben suçlu ilkokul çocukları utangaçlığımla durup ikide bir sıkıntıyla bacak değiştirirken. “Eve kadar nasıl dayandın sen ayol?”
Ya işi pişkinliğe verecektim ya da kaçıp gidecektim oradan. “Sende bal, yağ, ekmek falan var mı be Aysel? Yarım saatte hemen toparlarım kendimi.”
“Kız, istediğini aldın işte, daha ne yapcaz, hadi canım hadi, Tacuş’a da selam söyle.”
Dumur olmuştum. Çatılan kaşlarımla şaşarak sordum.
“Şaka yapıyorsun herhalde değil mi?”
Birden patladı.
“Ay, hah hah ha! Ne şirin şeysin sen be. Gel uzan, dinlen biraz, ben de sana bir şeyler hazırlayayım. İyi ki geldin kız, patlıyordum sıkıntıdan.”
Tam gülerek hoş bir karşılık vermeye çalışacaktım ki ansızın donuverdi sırıtma provam.
Zırrrr!
O da ne? Birisi gelmişti. Kapıda duran gizemli bir kişilik. Kim olabilir? Hay anasını. Bu o, Tacettin’in karşısındaki.. Ayıya bak. Bu kadar mı çabuk kalkılıp gelinir, iki sohbet etsene yavşak! Ben düşünene kadar kapıyı açmıştı bile Aysel.
“Merhaba!” diye odaya daldı kalın, boğuk bir ses.
“Merhaba,” dedi Aysel meraklı bir tonda.
“Tacettin abinin selamı var ablacım. Senin bana şey dedi, o dedi, sen merak etme dedi.”
“Nee? Tacettin bi de seni mi gönderdi? Kafayı mı yedi lan bu herif?”
Aysel’in içi boca edilen gazoz gibi köpürmeye başlamıştı. Odanın kapısına yaklaşıp iyice verdim kulağımı.
“Heee, beni gönderdi kurban. Sen dedi, şey yaparmışın dedi.”
“Ay sus, hadi bakalım ikile şurdan. Söyle Tacettin ağbine de, bir günde iki kişi çok fazla. Yok efendim, yol geçen hanı değil burası. Aaa, daha neler!”
“Tacettin ağbi dedi ki, şey yapmazsa beni ara dedi. Diyeceğim o ki, ayıp ediyosun, şey istemem yani, sonra üzülürsün, ben istemem anadın mı.”
“Aaaa, deliye bak ayol. Bari askerlik arkadaşlarının hepsini toparlasın, tümen olarak göndersin. Çekil şurdan, cinlerimi tepeme sıçratma benim!.”
Dank!
Herif daha elini koyamadan suratına kapanıvermişti kapı. Oda kapısının arkasından fırlayıp hemen gözetleme deliğine yapıştım.
“Şu işe bak be. Hey, sen rahat ol şekerim? Şu Tacettin ağbinizin de bir gün götünü siktirecem ya ne zaman. Naapıyon ayol sen, gel hadi, sana kızmadım.”
“Bir dakka Aysel’cim,” diye fısıldadım. “Bir dakka tatlım. Şu herif bi pislik yapar mı diye bakıyorum.”
“Naapçakmış lan, her tarafı pislik olsa ne yazar.,” diye başlayan tehdit diyaloglarıyla pek ilgilenmedim. Benim kıçım harbiden tehlikedeydi. Dallama kapının önünde durmuş Tacettin’i arıyordu cep telefonundan. İyice gömdüm kulağımı kapıya.
“Tacettin ağbi, merhaba ağbi, şu senin karı beni evden attı ağbi. Hı, yok ağbi söyledim.. Ağbi, yok bi yamuk olmadı yaa. Karı sapıtık. Bi de şey diyor ağbi, sen bi herif daha yollamışsın, o da içerdeymiş ağbi. Ağbi be, beni maymun ettin be! Ne? Sen göndermedin mi? Haaa! Tamam ağbi, kapıda bekliyorum ağbi.”
Allaaah!
“Ne diyo, duydun mu kıroyu?” diye sordu Aysel.
“Yok bir şey tatlım kıymatlım,” diye cevapladım hemen. “Herif boyunun ölçüsünü almış, gidecek gibi duruyor, hadi sen git bir şeyler hazırla güzeller güzeli.”
Gülerek yanaklarımı sıktı.
“Ay sen nerden çıktın böyle, ay ısıracağım şimdi. Ayı Tacuş’un arkadaşlarının hepsi öküz gibi olur, bi de şuna bak, seni şirin şey seni!”
Beni iyice bir yoğurup şımartarak mutfağa doğru yollandı. Donuna deterjan koysa yürürken tüm giysilerini yıkayabilirdi. Giderken mutlaka bir kez dönüp bakacağını biliyordum. Bekledim ve döndü.
“Ayy, tatlım benim,” deyip devam edince fırlayıp odaya koştum. Hemen cep telefonunu bulmalıydım. Tacettin aramak üzere olmalıydı. Odanın içini atmaca gibi tarayıp, oraya buraya atılmış öteberiyi havalara sallayarak her yere baktım. Sonra yan odaya fırladım. İşte orada, pencerenin kenarında duruyordu. Saniyede dört adım atarak ilerlerken çalmaya başladı. Koşup elime aldım ve kapattım. Ohh be!
“Cebim mi çaldı?”
“Hayır Ayselcim, benimkine mesaj geldi. İkimizin melodisi aynıymış, şansa bak.”
“Zeytin de ister misin.”
“İstemez miyim gülüm!”
Ve hatırlıyorum da, garip bir şekilde kendimi aptal yerine koydum ardından. Sonuçta normal bir adamı yapacağı tek bir şey vardı. Kapıyı açıp adamı ittirerek koşturup kaçmak. Fakat ben; ne düşünmüştüm, ne ummuştum bilmiyorum ama Tacettin’in o kadar yolu alıp buraya geleceğini zannetmiyordum nedense. Evet, şaşacaksınız ve gerçekten çok saçma: Bir kuku için kendimi böyle avanakça kandırmıştım işte.
------------------

Diyeceğim hiçbir şey yoktu. Elinden geleni yapmıştı kız. İşi bilmediğini kimse söyleyemezdi. Hani ölüyü diriltecek cinstendi ama benim halimi de düşünün. Kapının önünde bir herif nöbet tutuyordu. Takoz üstü bir yaratık da olayı algılayıp beni balkondan aşağı atmak için her an bir adım daha yaklaşıyor olabilirdi eve...
“Neyin var tatlım. Şu ibne moralini mi bozdu senin?” diye sordu Aysel.
“Hee ya,” diye cevap verdim. İçeri kaçacakmış gibi duran bülüğümle sıkıntı dolu bir pozda durmaktaydım. “Konsantre mi bıraktılar be! Zili de çalıp duruyor yavşak.”
“Ben senin yerinde olsam çıkıp bi güzel pataklarım herifçioğlunu,” dedi Aysel.
Haydaa!
“Yapardım, kimse elimden alamazdı ama Tacettin ağbiye ayıp olmasın diye bekliyorum,” dedim.
“Tacuş’u ara o zaman. Çözsün işi, biz de rahatlayalım biraz şekerim.”
“Arardım da, bugün çok önemli bir toplantısı var onun, böyle bir iş için rahatsız etmek ayıp olmaz mı?”
“Haklısın hayatım, boşveer.”
“Boşver de mahçup olduk sana karşı, onu naapçaz?” Dert bir anda inivermişti üstüme. “Offff! Hay sikiyim yaa.” Kıza 18 nolu mahzun bakışımı attım. Rolümü iyi oynar, kendimi acındırırsam daha sonra yine uğrama şansını ele geçirecektim. Kritik anlardı bunlar. Sonra yine yaklaşan köpekbalığı tehlikesi geldi aklıma tüylerimi ürperterek. Aklım dağılmıştı. Ama karşımdaki kızın acımak ya da tırsmak gibi şeylerle pek ilgisi yok gibi görünüyordu. Bir kez daha beyaz boynunu ileri uzatıp boynuma bir öpücük koydu ve geri çekilip o panter ışıltıları saçan, erotik bakışlarını üstüme saldı.
“Şimdi sana öyle bir numara yapacam ki aklın şaşacak,” dedi sonra.
Acayip meraklanmış, tüm korkularımı unutmuştum. Siz de merak ettiniz değil mi? Ama reklamdan sonra. Ha ha ha.
-----------------------

Bir Reklam
Adam yolda yürürken ikide bir saatine bakmaktadır. Deriz ki, bu adamın bir beklentisi var. O yürür. Yine saate bakar. Saatin kadranı gösterilir. Tik tak tik tak işlemektedir. Adamın yüzü. Ciddiyetten buruşmuş durumda. Bir daha bakar saate. Nedir acaba bu kadar önemli olan iş? Saatin işleyişi. Oniki’ye on saniye var. Adamın yüzü. Gözleri, gözbebekleri. Saat, yelkovanın ilerleyişi., onikiye bir saniye kalışı. Adamın hızla yürüyüşü. Ve oniki. Birden patlar saat. Adamın etleri duvarlara, yola saçılır. Birkaç kişinin suratı kan olmuştur. Başka ölenler, kolu bacağı kopup birbirine istemeden yumruk tekme sallayanlar vardır. Kamera sinsice yaklaşır ve yerde duran gözü gösterir. Sonra gözü kadrajın içinde bırakmaya özen göstererek döner ve adamın hala yerdeki saate bakmakta olduğunu gösterir. Benim de idealistik romantizm kırıntılarından çişim gelir...
Slogan: Sıçarken zamanı durduramayacağınıza göre yanınıza kitap alın.
------------------------

Nerde kalmıştık? Haaa, sonra kapı çaldı işte, ben giyindiğim için hazırlıklıydım. Sonra adam bana şöyle dedi. He he he. Meraktan ölüyorsunuz değil mi? Şaka şaka. Hevesinizi kursağınızda bırakmak benim gibi sorumlu bir yazara yakışmaz. Veee, karşınızdaaa, Ayseeeeel!!! (taratataaaaaan!)
Göğsünü parmakları arasında leblebi gibi ezerken olağanüstü bir tokat patlattı kendine Aysel. Dili kerpetenle sökülmüş gibi bakıyor, sadece gözlerindeki ihtiras dolu pırıltılarla konuşuyordu. Uzanıp kemeri aldı sonra. Kendini kırbaçlarken dilini dudaklarında dolaştırdı. Acı yaşları yanaklarına süzülürken aynı zamanda gülmeye de çalışıyordu.
Dimdik olmuştum. Küçük Tipor uzaya gitmeye hazır gibi duruyordu. Yüzünde utangaç ve çektiği acılarla manevi olgunluğa ulaştığını belirten bir ifadeyle yanıma geldi.
“İşe yaradı ha, Allahsız seni. Ha ha! Hadi biraz da sen vur. Elini korkak alıştırma.”
Ayağa kalkıp bir yumruğumu sıktım. Tatlı beyaz vücutta hedefi aramaya başladım ve bir anda mutsuz sonu haber veren zil ve akabinde peşinden gelen böğürmeyle Küçük Tipor’u da vahşi dürtülerimi de sıkıntılı bir tatile gönderdim.
ZIRR!
“Ayseeeel! Aç lan kapıyı. Ayseeel! Kırdırtma lan bana kapıyı, aç dedim.”
Aysel gülerek bana baktı.
“Giyin istersen,” dedi. “Seni Tacuş gönderdi ama böyle görürse hoş olmaz.”
Ben onu duymuyordum ki. Boşuna konuşuyordu. Ayvayı çekirdekleriyle falan yutup yemiştim bile. Dizlerim tir tir titriyordu ve yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Giyinip güm güm vurulan kapıya rahat ve emin hareketlerle ilerlerken de durduramadım tabi. Ne de olsa Tacettin takozunun dostu değil miydim ben?. Hay anasını! O takoz da bir dost olarak beni çiğneyecekti az sonra. Konuşmaları işte tam bu anda ulaştı zihnime. Ne demişti? Giyin. Evet giyin demişti. Doğru, çıplaktım. Hemen ayağa fırlayıp giysilerimi aranmaya başladım. Ve inanılmaz gerçek bana inan diye bağırırken ve tam da Aysel kapıyı açmışken, az önce içeri geçelim dediğini, giyeceklerimin böylece yan odada kaldığını hatırladım. Hassiktir! Odanın içinde maymun gibi zıplıyor, ne yapacağımı düşünüyordum. Çarşaf! Tabi ya. Çarşafı üstüme dolayıp hemen pencereye koştum. Yarım metre aşağıda duran çıkıntıya çıplak ayaklarımı yerleştirip yan tarafa doğru kayarken aşağıdaki kalabalığın beni olduğum gibi kabul edip etmeyeceğini düşünüyordum. Bu arada dikkatli de olmalıydım. Çıkıntı osurma ya da aksırmaya izin vermeyecek kadar dardı. Allahtan daha o yaygaracı sokak insanları tarafından teşhis edilmemiştim. İnşallah Aysel etraftaki giysiler konusunda bir açıklama yolu bulur da beni kurtarır derken onun sesi doldu kulaklarıma.
“Aaa, buraya çıkmış işte!. Gel Tacettin. Bak. Senin bu arkadaş da az manyak değilmiş ha!”
Oraya bakmamaya çalışırken seslerden iki takozun kafalarının dışarıya uzandığını anladım.
“İşte burda Tacettin ağbi. Ağzına sıçtımının yavşağı kuş gibi buraya tünemiş,” dedi birisi. Bu abaza horozdu herhalde.
“Hişt, bilader!”
Sokağı izlemeye devam ediyordum. Ne desem havada kalacaktı. Üstüme doğru uzanan eli farkedip biraz yana kaydım.
“Hişt, baksana oğlum, naapıyorsun lan orda?”
Cevap vermemeye kararlıydım.
“Bu senin canconun değil mi şimdi Tacuş,” dedi Aysel.
“Yok lan, ne canconu, ilk defa görüyorum ebesini siktiminin adamını,” diye cevapladı Tacuş.
“Ay Tacuş, bırak gitsin hadi. Çok şirin bi çocuk, noolur korkutma onu. Hey, gelsene, Tacuş bi şey yapmayacak sana. Di mi aşkım?”
“Lan git! Şimdi çarpacam ağzına bak. Sok bakayım sen başını içeri. Çok şirinmiş. Alla allaaa!”
“Ağbi süpürge getireyim mi?”
“Hee, getir.. Hişt bilader, gel buraya da bi konuşalım. Hiç bi şeycik yapmıycam bak, sadece konuşacaz.”
Kırmızı, ıslak, kapana kısılmış bir farenin öfkesine sahip gözlerimle ona döndüm.
“Yok yaa. Salak mıyım ben be? Sen dışarı çık ben de çıkıp gidecem söz. Yoksa polisi çağırım bak.”
Takoz yüzü daha da kararmış, iyice psikopata sarmıştı. Yumuşak davranmaya çalışması Frankeştayn’ın Miki fare taklidi yapmasına benziyordu.
“Bilader, akıllı ol lan. Polis çağırcan da noolcak. Eve zorla girme, tecavüz falan her türlü suçtan hapislerde sürünecen. Ama şuraya gelirsen sadece benden dayak yiyecen. Bak söz kırmıycam bir yerlerini. Temiz mariz olacak, merak etme.”
Öfkelenmiştim. “Gelmiyom bilader,” diye bağırdım. “Tamam, polisi çağıramam ama, gerekirse iki gün dururum burada.”
“Getirdim Tacettin ağbi,” dedi yalaka.
“Hah!”
Çıkıntının sonuna kadar kaymıştım. Daha fazla gidecek yerim yoktu. Pat diye oturdu yüzüme süpürge. Acıyla bükülünce öne doğru gidip zar zor toparladım kendimi. Yer üçüncü kata doğru yükselip yine yerine oturmuştu. Düşmediğim için dua edecekken bir darbe daha yedim. Kollarımı yüzüme siper ettim hemen. Dayanmalıydım. Ancak ben yüze set çekince o ibne mideme, taşaklarıma, bacaklarıma geçiriyordu. Pat, küt, pat!
“Gel buraya diyorum oğlum. Yoksa aşağa düşecen. Ihh! Gel. Değer mi lan bi marizden kaçcan diye?”
Cevap vermeyip domuz gibi durdum yerimde.
“Ağbi bak ne buldum!”
Merak hemen sarıverdi beynimi, döndüm ama içeride konuşuyorlardı ve bulunan nesneden hiçbir iz yoktu. Neydi acaba? Hay Allah yaa!
“Ana! Yaşa lan. Nerden buldun bunu?”
“Aysel abla verdi ağbi, sen getirmişsin. Kuş falan avlıyormuşsun burdan.”
“Haa, doğru ya, ben getirdim tabi lan. İşte şimdi siktik şu piçin götünü.”
Kafayı yiyecektim. Pencereye diktiğim pörtlemiş gözlerimi kırpmamaktan gözyaşları sokağa çeşme gibi akmaya başlamıştı ki Tacuş’un sevimli orangutan suratı dışarı fırladı.
“Naaber lan piç? Orada havalar nasıl?”
Konuşmadım. Benim beklediğim o çirkin surat değil, ellerle ortaya çıkacak o gizemli nesneydi. Ve dışarı fırladı ağır çekimde. Bir sapan! Bir sapandı bu. Hem de çelik bilyeler atan bir sapan.
“Tacettin ağbi,” dedim alttan alır bir tonda. “Düşersem katil olursun bak, istediğin bu mu?”
“Ben niye katil olacam lan amcık?” dedi. “Sen gelip tecavüze yeltenmişsin, biz gelince kaçayım deyip aşağı düşmüssün. Olay bu.”
“Yaa, ne gerek var bunlara ağbi yaa,” diye bağırdım. Nerdeyse ağlayacaktım. “Ona buna siktiriyon zaten karıyı, bi de ben yapsam noolcak yaa?!”
“Koçum, gel buraya diyom gelmiyosun.. Ha? Gel o zaman. Dayağını ye, siktir git. Madem karı sikmeyi biliyon, dayak yemeyi de bil.”
İki herifin acımasız yüzleri ve bileklerindeki vuruş güçlerini analiz eden beynim korkunun mantığın ötesine geçmesine izin verdi ve bana hiç sormadan cevabı yapıştırdı: “Iıh, gelmiycem.” Ateş etmeyeceğinden emindim. Blöf yapıyordu.
“Vur ağbi şunu,” dedi abaza. “Bütün günümüzün içine sıçtı piç, vur gitsin.”
Yan gözle, korkutayım da Tacuş’u doldurmasın diye baktığımda sapanın havaya kalktığını gördüm. Son lafım “Bokunu yiyim ağbi,” olmuştu. Bilye çaat diye yüzümü korumak için kaldırdığım koluma vurmuş, yaşlar fıskiye gibi fışkırmıştı gözlerimden. Can acısıyla uyuşan ve zangır zangır titreyen vücudum ise ismi lazım olmayan bazı ibneleri şaşırtarak çıkıntının üstünde kalmayı başarmıştı. “Ahiaehieee,” diye böğürüyor acıyı bir nebze olsun azaltmaya çalışıyordum.
“Düşmedi ağbi.”
“Şansına kolunu koydu yavşak.”
“Ağbi, durun, naapıyorsunuz?” dedim ve kolumun jokey aralığından ortamı kestim. Sapan yine havaya kalkmış iniyor, yükseliyor, beni kroke edecek bir boşluk bulmaya çalışıyordu. Başım yine siperine kaçtı ve bir bacağım belki midemi korur diye havaya kalktı. Leylek pozisyonunda üçüncü katta dikilirken yeni bir bilyeye pek de hazırlıklı görünmüyordum açıkçası. Aşağıda trafik sıkışmıştı herhalde. Klaksonlar ötüyor, insanlar bağırıyordu.
“Ağbi durun geliyorum, tamam ağbi, dayağa hazırım,” cümlem böylece havada dağılıp gitti, gerekli mercilere ulaşmadı.
Haşırt diye girdi bilye yandan göğüs boşluğuma. Acı bir yüzbaşının otoritesiyle gözyaşı bezlerime, refleksiv kaslarıma, ağlaşmaya açık ağzıma emirler verirken artık havada olduğumu farkettim. Çarşaf açılıp daha ağır olan bedenimin serbest düşüşünü izlemek için yukarıda asılı kalınca aşağıya baktım. Hızla yaklaşan beton o şişko dudaklarını tiksindirici bir edepsizlikle açmış, yanına ulaşmamı bekliyordu. Film şeridi neredeydi? Yönetmen yayına hazırlıksız mı yakalanmıştı? Uçuşum devam etti. Ve adamı gördüm. Tam altımdaydı. Yaşlı, ortası kel kafalı, titreyerek ama sabırla arabaların geçmesini bekleyen bir adam. Mucizevi bir sapma yaşanmazsa üstüne düşüp onu da öbür dünyaya götürecek gibi görünüyordum. O an hiçbir zaman aklıma bile getirmediğim bir vicdan tortusu bilinçüstüne çıkıp benliğimi dürttü.
“Amcaa, amcaa, çekil oradaaan. Dikkat et amcaaa, çekiiil!”
Iıh! Hayatımda ilk kez gerçek bir iyilik yapayım demiş ama ihtiyarın kulağının kenarından sarkan, trafik gürültüsünden etkilenirim diye takmadığı cihazıyla tescilli sağırlığını es geçmiştim.
Ve güldüm. Dolu dolu, kıkır kıkır. Çırılçıplak bir ihtiyarın üstüne düşüyordum. Annem gazetelerde bu manzarayı görüp kalp krizi geçirecek, arkadaşlar “Tipor’da da bir sapıklık vardı zaten,” diyeceklerdi. Ha ha haa haaa!
-----------------------------------------------------------------------------------



Ara Lakırdı: Bir karı götürcez diye örselenmiş, tepizlenmiş, hakarete uğramış ve tüm bunlar yetmezmiş gibi üçüncü kattan da aşağı atılmıştım. Orada, karşıya geçmek için bekleyen bunağa “Amca, çekil ordan, hişşt,” falan diye boşuna bağırmıştım, çünkü o kulaklığından da anladığım kadarıyla sağırdı. İşte böylesine bedbaht ve çaresiz bir durumda, obez bir kuş gibi uçarken size başka bir hikaye anlatmak istiyorum. Diyeceksiniz ki niye. Sebebini sonra anlarsınız. Araya hep reklam mı alıcaz, bir de hikaye alalım...
-----------------------------------------------------------------------------------

Hasan Dalkaç sonunda iflas etmişti. Ah ulan ahh! Şu Nejat’a kaptırdığı paracıklar olsa, belki bir şeyleri düzeltebilirdi ama yer yarılmış da içine girmişti sanki herif. İntikam duyguları da artık yerini bezginliğe ve üzüntüye bırakmış bulunuyordu aslında. Yapacağı tek bir şey vardı. Karısına, kardeşine, köydeki akrabalarına durumu açıklayacak ve her şeye yeni baştan başlayacaktı. Onca yıl çöpe atılmış, bir çöp arabasının arkasında uzaklaşıp gitmişti. Kilit vurduğu dükkanına son bir kez bakıp kendini kahır içinde sokaklara atalı anca bir saat olmuştu. Hemen bir tektekçiye yuvarlanmıştı ilkönce. Şimdiyse dört birayı arka arkaya yuvarlamanın verdiği yalpalama gücüyle şehrin karamsar dalgalarının içinde yalnız bir taka gibi umarsızca süzülüyordu.
-----------------------

Bir Reklam
Yeni çıkan bir çukulata markası tüketiciye test ettirilmektedir. Kamera vızır vızır döner oyunculuk sergilemeye çalışan gerzek figüranlar arasında. Hepsi de kendilerini göstermek için türlü maymunluklar yapmaktadırlar. Yeni çukulatanın kabını seksi bir şekilde ısırarak açmak isteyen bir karı ağzını yırtar ama akan kanlara aldırmadan o yapay gülüşle “Mmmm, çok tatlı, ne hoş!” der mesela. Bir tip çiğnemeden yutup karnından konuşur. “Sağol Corc, istersen ben de dünkü yemeklerden göndereyim sana.” Ha ha ha. Kameraman karnın içindekini çekmek isteyince amatör vantrolog ürküp kaçar. Yaşlı bir teyze çukulatayı kulağına sokup çıkarır ve “Artık duyuyorum, duyuyorum,” diye bağırır. Seksi kızlar havuza dalıp tabanına oturtulmuş çukulataların üstüne otururlar. Ve topluluk gösterilir. Herkes aynı anda lezzetli çukulatayı dişleyip bir güzel çiğnerler.
Ve birden ekrana ikide bir gülen yöneticiler gelir. (gizli kamera olabilir mi?) Gizli mikrofon da vardır ki aralarındaki konuşmalar duyulabilmektedir: “İnanamıyorum, resmen boku yediriyoruz insanlara yaa. Yüzyılın eşek şakası bu. Ha ha ha,” der yaşlı, iyi giyimli, bronz suratlı pislik. Hepsi gülerler. Kamera alt açıya indiğinde hepsinin aslında lazımlıklara oturduğu görülür. Reklam elele tutuşup osurduklarında biter.
Slogan: Bana çukulata ver sana bir koyu(n)vereyim.
-----------------------

Nejat hediyelik bileziklerin sarı pırıltılarıyla süslenerek sevimli sevimli gülümsemekteydi kuyumcuya. Yine o şeytan tüyünü ve ibnemsi çekiciliğini takınmıştı yavşak. Elindeki altın burma bileziği iyice bir evirip çevirdikten sonra “Hımm,” diye düşünüyormuş gibi yaptı. İyi hesaplanmış mükemmel bir es.
Ve “Al kardeş,” diye 100 Euro’yu kararlı bir hareketle vuruverdi tezgaha. “Artık sen de yap biraz kıyak canım. Yüz öro bu, boru mu be ağbicim. Bu paraları kazanmak için kıçımız çatlıyor bizim. Karıya alsam neyse. Bizim suratsız baldızın yaşgünü de ondan yani.”
Başını salladı sinirli kuyumcu.
“Alma kardeşim baldızınsa, git terlik al çorap al. Yazık değil mi parana?”
“Aman be usta yaa. Amma yokuşa sürdün işi ha! Satmıycaksan satmıycam de. Naapalım, veremiyom arkadaş ben o parayı. Sanki yüzde elli indirim istiyoruz senden de haa.”
Nejat klas hareketlerine blöfünü yedirerek paraya uzandığında kuyumcu, aslında yumuşarken hala ters rolü yapan sesiyle konuştu.
“Tamam tamam, siftahımız olsun bari,” deyip geri çekti parayı. Sonra malı poşete koyup Nejat’ın bembeyaz, yıpranmamış sahtekar ellerine bıraktı. Döndü Nejat, kapıya doğru bir iki adım attı ve duymamak için dua ettiği o sesle; haklıların, dürüstlerin tok sesiyle sarsılarak kalakaldı.
“Hooop, arkadaşım, bi baksana buraya,” dedi kuyumcu.
Ağırdan dönerek ve sahtekar gözlerine tatlı, masum bir ifade vererek kuyumcuya baktı Nejat.
“Nooldu hocam?”
Kısılmış, şüpheye boğulmuş gözlerini paradan kaldırıp yine müşterisine baktı kuyumcu.
“Daha noolcak arkadaşım, bak Atatürk resmi var bu euro’nun üstünde!”
Hoppalaaa!
Nejat duyduklarına inanamıyormuş gibi hızla yaklaştı tezgaha, parayı kapıp kaldırdı ve şaşkınlık içinde bağırdı.
“Orospu çocukları, Allahını kitaplarını., pardon ağbi. Nasıl yaptılar lan bunu bana, nasıl?” Gözlerinde yaş odun parçaları yanıyor, kuyumcunun telefona giden elini kesecek bir oyunculuk parçalıyordu. “Hocam, benim hemen koşturup, kaçmadan yakalamam lazım bu ibneleri.”
Kuyumcu elini kaldırdı, bir şey söyleyecekti ki hemen susturuldu panik içindeki müşterisi tarafından.
“Yanıyor hocam, içim yanıyor.. 100 euro bu hocam. Al şu paketini., sen de polisi ara. Levis’ın yanındaki manifaturacıda çarpıldığımı söyle. Allahaşkına çabuk ol.”
İçinde manifaturacı, Euro, Atatürk gibi kavramların dansettiği kafasını düz tutmaya ve mantıklı bir şeyler yapmaya çalışan kuyumcuyu orada bırakarak fırlayıp dışarı çıkmıştı Nejat. Oh be! dedi koşarken. Bir şekilde yine sıyırtmıştı. Şimdi iki yüz metre kadar aşırı hızda ilerlemesi sonra tornistan yapıp halkın arasında yitip gitmesi gerekiyordu. Ayaklarının birbirine dolanmasını önlemek için ekstra bir gayret sarfederek ilerliyordu ki birden bir melek çıktı karşısına. Durup kırpışan gözleri büzülen dudaklarıyla baktı Nejat! Işıl ışıl, sapsarı parlayan şişko bir kız.
“Bugün, ölmek için ne güzel bir gün değil mi Nejat?” dedi ve iğrenç bir kahkaha savurak tın!, kayboldu. Meleğin kaybolduğu yerin tam arkasında artık bir başkası duruyordu.
-----------------------

Sarhoş gözlerini en az yirmi kere kırpıştırıp, birkaç kere de oğuşturduktan sonra tanrıya, en umutsuz anında sunduğu bu mucize için teşekkür etti Hasan Dalkaç. Kurbanlık koyun gibi durmuş kendisine bakan adam Nejat’tı işte, Nejat! Sevinçle dolan göğsü hazırım, koş, yakala onu diye bağırdı, o da hiç itiraz etmeden uydu bu emre. Betonu döve döve, insanları ısıra ısıra gidecek ve o piçi yakalayıp doğduğuna pişman edecekti.
Önünden çekilen meleğin arkasından “Siktir lan,” deyip hızla çevirdi vücudunu Nejat. Hiç de güzel bir gün değildi ve ölmeye hiç niyeti yoktu. Her gün dükkanında pinekleyip tavla oynama dışında dışarıya adımını atmayan bu ayı nerden çıkmıştı karşısına ya. Ama şimdi düşünme değil aktivite zamanıydı. Bazen slalom yaparak bazen insanları tutup peşinden gelen gergedan kılıklı herifin önüne sallayarak kaçmaya başlamıştı.
“Tutuuun, tutuun, hırsız!” diye bağırdı Hasan.
“İmdaat, gündüz gündüz gaspediyorlar, imdaat!” diye cevap verdi Nejat.
Yollar altında kaydıkça tilki kılıklı puştun güveni yerine geliyor Hasan ayısının yorulup kesileceğini düşünerek pis pis sırıtıyordu. Kaçmaya alışıktı tabi ibne, ben anlatırken soluğum kesiliyor o terlikleriyle tuvalete gidermiş gibi rahat, koşturup duruyordu.
Hasan Dalkaç başta çok azimliydi. Tüm gücünü kullanarak ilerlemiş, bir ara harbiden bayağı da yaklaşmıştı avına. Ancak üstüne uçan bir tip hızını kesmiş, piç Nejat’la arasındaki farkı arttırmıştı. Sonra ne kadar uğraşsa da bir gıdım yaklaşamamış ve zaman geçtikçe gözle görülür şekilde geriye düşmeye başlamıştı. Hayır. Olamazdı! Onu elinden kaçırmayı hazmedemezdi. İleride sağda, bir elli metre sonra başlayan ve ara sokaklara açılan dar aralığı gördü. Beyni uğuldamaya, gözü dönmeye başladı. Eli istemsizce beline gitmiş, tabancası dışarıya fırlamıştı. Gören kendini yere atıyor ama bu kalabalıkta hala Nejat’ın önü yüzlerce kişiyle çevreleniyor, görüş açısı daraltılıyordu. Koşarken doksan dereceye oturup, hedefe kilitlendi kıllı eli. Nejat kızıl bir kadının önünden sıyrılmış, aniden sola doğru kaçmıştı. Parmak tetiğe asıldı. Pam! Bir herif; bacağından kanlar fışkırarak yere indi. İnsanlar bağırışmaya, birbirlerini ittirmeye, işeyerek ve dua ederek kaçmaya girişti anında. Pam! Kurşun sesi betonların arasında yankılanıp puslu gökyüzündeki martıları çığlıklar içinde bıraktı. Başörtülü bir teyze yere düştü. “Anam anam,” diye bağırdı bir süre, Hasan yanından geçerken ise sesi kesilmişti. Nejat artık bir sağ bir sol yapıyor, arada eğilerek atıcıyı şaşırtmaya çalışıyordu. Pam! Kız arkadaşını korumak isteğiyle sıkıca sarılmış bir genç sevgilisini de yere çekerek devrildi. Göğsü kanlar içindeydi. Pam! Artık ne olduğu, kime ne zarar verdiği belirsizdi..
Sonunda cinnet yavaşça yorgunluğa ve çaresizliğe yenik düştü. En fazla 10 koca adım daha atan Hasan Dalkaç durup dizlerinin üstüne çöktü. Nejat ufukta görünmüyordu artık. Bir daha görme şansı da kalmamıştı. Şimdi çevresinde ölüler yaralılar ve karanlık bir gelecek duruyordu. Hüngür hüngür ağlarken artık bağırışan, kaçışan, can çekişen insan seslerini duymaya başlamıştı kulakları. O anda aklına gelen şeyin bu ortamla alakası olmaması gerçekten can sıkıcıydı. Karısını çorabını çıkarıp beyaz baldırlarını sergileyerek çapkınca bakarken görmüştü. Görüntü geldiği gibi gitti Hasan başını sallayınca. Kararını vermişti ama. Silah kalkıp şakağına dayandı. Parmağı tedirgin bir titreklikle tetiğe uzandı ve bir zıpçıktı “Yapma ağbi, kıyma kendine,” diyerek silahı alıp çeviriverdi. Bir pam! daha. Zıpçıktı anırarak yere kapaklanmış ve debelenmeye başlamıştı. Hasan Dalkılıç avuçlarını gökyüzüne açarak “Allahım ne ayıbımı gördün, ne yaptım ben sana?” diye sordu. Cevap hapishanedeki altıncı yılında gelecek, mesih olduğunu iddia eden Hasan tüm hapishaneden kendisiyle birlikte üstlerine gaz döküp yanmalarını isteyecekti. Cevap “Yeterince pişmedin Hasan, pişmeden atıldın hayata,” idi...
--------------------

Çükü tutarak koşmak bayağı zormuş. Morarmış sol bacağımla topallar, çıkan sağ kolumla sağa sola savrulup dururken hele. Nasıl da düşmüştüm lan yaşlı herifin üstüne? Garip bir cork sesiyle betona yapışan adamın üstünde kendime geldiğimde sadece koş demişti beynim. Başka hiçbir şey düşünemeden fırlayıp gitmiştim. Adam ölmüş müydü, vücudumda kırık var mıydı, ya da aslında ben ölmüştüm de, cehenneme gelip çıplak kalmanın ayıbıyla yaşamaya mı mahkum edilmiştim bilmiyordum. Bu durumda acı önemini kaybetmişti. Tek taktığım çükümü halkın duyarlı bakışlarından gizlemek ve bir an önce bizim Özge Kıraathanesi’ne varmaktı. Boynumu birkaç kez döndürmeye çalışmış ama sadece öne doğru bakabildiğimi farketmiştim. Galiba kıkırdaklar üstüste binmişti. Böylece arkamdan onlarca adamın koşturduğunu ve alayın gırla gittiğini sadece kulaklarım haber verebiliyordu bana.
“Of anam, göte bak,” diye bağırdı davul gibi bir ses.
“Kavun mübarek kavun,” diye ekledi bir başkası ve ho ha haa falan diye gülüşler koptu.
Adımlarımı hızlandırmam gerekiyordu. Aceleci Quasimodo! Şu köşeyi dönünce dar bir aralık vardı. Orada bu başlarına meraktan değil de diğerinden, beter bir şey gelesi güruhu ekme şansına kavuşacaktım.
Ve GÜMM!!!!
Noolduğunu anlayamadan dört kola, dört bacağa, iki burna sahip olmuş, bir aptalla içiçe geçtikten sonra geriye doğru fırlayıp gitmiştim. Çarpışma aşırı şiddetliydi. Normalde bilincimin iki gün kapalı kalması gerekiyordu. Ama nooluyordu lan? Kendimi bomba gibi hissediyordum. Ayağa kalkıp vücudumu yokladığımda sağ kolumun kendiliğinden yuvasına geçtiğini, boynumun rahatlıkla döndüğünü ve bacağımdaki morluğun da üstüne su dökülen mürekkep gibi dağılmaya yüz tuttuğunu gördüm. En ilginci de, herhalde heyecandan olsa gerek, şeyimin taş gibi olup tüm morluğu üstünde toplamasıydı.
Avuçlayıp geriye döndüm ve hala susmayan ibnelere bağırdım.
“Alın lan, alın, bu mu istediğiniz!”
Dudak uçuklatıcı gerçek onları bir iki adım geriletecek kadar korkutmuştu. Fazla üstlerine gitmedim, çıplaktım ve kalabalık psikolojisinin nerelere varabileceğini kimse bilemezdi. Hemen baygın yatan talihsiz kurtarıcımın yanına koştum ama. Ayağımla iterek çevirdim ve bir bulantının midemde anafor yaptığını hissettim. Bu o piçti. Nejat! Geçmişten kalma ne hesaplarım vardı be bu yavşakla. Onun yüzünden esnaftan dayak yediğim o gün asla gitmemişti gözlerimin önünden...
Vay adi pezevenk! Anında kararımı vermiştim. Onu güzelce bir soydum. Giysilerini giyip tekmelemeye başladığımda hem rahatlamış hem de peşimdeki meraklılara erkeğim imajı vermiştim. İğrenerek bakıyorlardı. Ben buyum işte. Tipor Saksa! Acımasız adalet savaşçısı. Bu benim için, bu bülbülleri koruma derneği için, bu Aysel’e vuramadığım için, ha ha ha. Çıplak bedeni morluklarla dolarken uyandı ibne. Zorlukla kolunu yüzüne falan siper etmeye çalıştı. Polis arabasının sesini duymasam beni onun başından kimse alamazdı.

Hiç yorum yok:

...