Tipor Saksa'nın Şapka Uçurtan Maceraları

18 Eylül 2008 Perşembe

GEYİK ETLİ KAHVE ÇORBASI

(Çarşamba Saat 23.12)
Asma kat paraların ağırlığından çökecek gibiydi. Cebimden tüyüp Hayri ağbinin önüne oturan paracıklarıma yutkunarak bakıyor, alıp kaçmamak için zor tutuyordum kendimi. En azından bir milyarım levrek gibi yatıyordu masanın üstünde.
“Rakı getirsene lan bize götoğlanı!” diye bağırdı Hayri ağbi. Önünde liralardan küçük bir tepe oluşunca keyfi yerine gelmişti tabi. Götünün hala havalanmayıp sandalyenin üstünde durmasının herhalde tek nedeni hiç durmadan tıkınıp içmesiydi.
“Oynasana lan amcık, ne düşünüyon ibibik gibi?!” diye çıkıştı bana birden.
“Bu oyunun satrançtan farkı yok Hayri ağbi. 12 kağıt sonrasını düşünüyorum ben,” dedim.
Diğerleriyle birlikte o da güldü.
“O yüzden mi bana bayılıyon paracıkları. Keh keh.”
Sırıt bakalım, sırıt.
“Bunların hepsi taktik Hayri ağbi!”
“Vay be! Peh peh peh!”
Nasıl da keyifliydi be ibne. Ama normaldi. Aylardır çalıştığım üçkağıt numaralarından haberinin olmaması yaşadığı şaşaalı dönemin çok geçmeden sona ereceğini tahmin etmesini engelliyordu. Bileklerimi gevşetince içindeki özel tesisata yerleştirdiğim kağıtlar gerilip etlerime değdi. Geleceğe duyulan güveni bol bol içime çekip huzurla güldüm ben de. Heh heh heee. Nasıl olsa bir el sonra elimdeki teke süper bir arkadaş gelecek, ceketimin kolundan atlayan kağıdın da onlara katılmasıyla süper bir orji olayı yaşanacaktı. O zaman görecektim ben Hayri ağbinin yüzünü.
“Oynasana lan!” dedi Kemal.
Papazı mı atsaydım, damı mı?
“Tamam be tamam!” Damı attım. Karılara güven olmazdı.
Ve yanımda, ilk defa o gece gördüğüm Şehabettin adındaki adam haşırt diye açıverdi elindeki kağıtları.
“Ben bittim ağalar.”
“Naaptın be Tipor!”
Kemal kağıtları yere atarken benim ağzım avanak gibi açık kalmış, sinirden gözlerine ateş yürüyen Hayri ağbi de şanssızlığına tam o sırada olay yerine varan çırak Samet’in elindeki tepsiye haşırt diye koyuvermişti.
Şangır şungur!
Yerdeki paranın büyüklüğü sinirin de büyük yaşanacağını gösteriyordu.
“Nerdesin lan sen ibne?
Konuşmadan önüne baktı Samet. Her zaman böyle ağırbaşlıydı zavallım.
“Otuzbir çekiyordur, nerde olacak,” dedim.
Hayri ağbinin siniri geçmemişti. “Yaa, yüklenmeyin çocuğa,” diyen Şehabettin’e ters ters bakarak ayağa kalktı. Sanki partiyi kazandığı için onu cezalandırıyormuş gibi okkalı bir tokat aşketti Samet’e. Şehabettin bayağı bir bozulmuştu ama sesini çıkarmadı. Hayri ağbinin tersinin tehlikeli olduğunu biliyor olmalıydı. Özellikle de yanında pislik yalakası Kemal varsa.
“Hadi siktir git şimdi!” diye bağırdı Hayri ağbi. “Tam bir dakka sonra burada olmazsan harbiden götünü sikerim senin. Anladın mı lan!?”
“Anladım ağbi.”
“Hadi oyununuzu oynayın be koçlar,” diye araya girdi kahvenin patronu Baytimur ağbi. Çırağı hor görülecekse o görürdü. “Hadi lan sen de, sinir etme herkesi, koş.”
Hayri ağbi yerine oturup boynunu kıtırdatarak çevirdi ve alnından fışkıran rakılı terleri masaya akıtırken oyuncuları süzdü.
“Sinir oldum kardeşim yaa.”
Ve “Hadi hadi,” diye gazlayanlar çoğalınca oyun yeniden başladı.
Aha! Ne eldi bu be. Aman aman aman. Tam zamanıydı, büyük oynayıp hepsini soyup soğana çevirecek, yarın da gidip Sunatalaycine Sultan’ı babasından isteyecektim hayırlısıyla. Kağıtlarımı keserken Hayri ağbinin belki de bir önceki oyunda yüklendiği kızgınlıkla, paracıklarının hatırı sayılır bir kısmını masanın ortasına ittiğini gördüm.
“Şöyle bir milyarla bir başlayalım bakalım.”
“Ooo!”
“Ooo ya. Artık böyle!”
Ama bu adam yılların kurduydu. Sinirdenmiş gibi gösterip müthiş bir blöfle ağzımıza kontrayı çakabilirdi. Kağıtlarımı bir kez daha gözden geçirirken bu sefer Şehabettin’in sesi patladı.
“Al kardeş. İstediğin para olsun.”
Bu Şehabettin de pek tekin pabuç değildi hani ha! Nasıl da klas ittiriyordu sermayesini öyle. Yutkundum. Nerde kalmıştı lan bu rakılar? Yalaka Kemal’in de atılması heyecanımın iyice bacayı sarmasına yol açtı. Tarihe geçecekti bu oyun tarihe. Ama Kemal’le Hayri ağbinin kıskaca girecekleri kesindi. Dikkatli olmam gerekiyordu.
“İki katı yapalım şunu be,” dedim heyecandan bayağı bir bağırarak.
Ben vardım masada ben, Tipor Saksa. Ayların çalışması suratlarına bir tokat gibi inecekti.
“Lan Tipor, naapıyon len, kendinde misin sen aslanım?” dedi Hayri ağbi.
“Hadi oğlum git işine,” diye bağırdı Kemal.
“Vay be, Tipor’a bak,” dedi Baytimur ağbi.
“Nooldu kardeş, bir tırsma geldi galiba üstünüze,” diye biniverdim tepelerine.
“Oğlum, bir şey değil, iki katına da gireriz de, sende o kadar para kaldı mı ki?” dedi bu sefer Hayri ağbi.
Doğru be, para yoktu bende. Topu topu beş yüz milyoncuk vardı önümde. Ama bu el kesin değil mi kardeşim. Şimdi bankalar açık olsa, onlar bile şırak diye koyar önüme. İstediğim atla deve mi lan!
“Yerde para var ya!” dedim. “Onlar yetmez mi bana.”
“Hadi kardeşim, hadi kardeşim,” dedi Kemal. “Oyun oynuyoz burda, şaklabanlık yapmıyoz.”
Tavırlara bak. Hayri ağbi olmasa sıçardım ağzına ama.
“Baytimur ağbi destek çıkar bana,” dedim.
“Siktir git lan,” dedi Baytimur ağbi.
“Yapma be abicim. Yarın söz getirecem paranı. Allah Allaaah. Çok ayıp ediyorsun ama ha,”diye söylendim. Bozulmuş ifadem onu etkilemiş olmalıydı.
“Gelip isterim ama bak annenden,” dedi.
“Ne annesi abicim yaa,” diye atıldım hemen. “Kendi ellerimle getireceğim paranı. Ayrıca gerek de yok. Birazdan bitiriyorum işi.”
Kafalamıştım. Başını olur anlamında sallarken çırak Samet tepsinin üstündeki rakıları hoplata hoplata yukarı çıktı.
“Yine geç kaldın,” dedi Hayri ağbi iskemlesine iyice yaslanarak. “Orospu çocuğuna benziyor bu çocuk, nerden buldun lan bunu Baytimur?”
Gülerek kafasını salladı Baytimur.
“Kesin otuzbir çekiyor bu aşağıda. Baksanıza kireç gibi olmuş suratı. Sivilceleri de pörtlemiş,” dedim ben yine.
Samet’in resmen elleri titriyordu. Söylenenleri takmadan ciddiyetle ilerlemeye çalıştı ama bu konuda pek de becerikli değildi doğrusu. İçerde bol bol mehter marşı dinlemiş gibi iki ileri bir geri gidiyordu zavallı. Yanımdan geçtiğinde beni bir esneme almıştı. Ağzımı kapattığımda ise havaya uçtuğunu gördüm. Masaya nahoş bir akrobasi hareketiyle ulaşmış ve rakılar yine yerlere saçılmıştı. Çelmeyi takan Kemal gevrek gevrek gülüyordu.
“Ördek gibi lan bu herif. Karada yürüyemiyor. Ha ha ha!”
Çırak ona sert bir bakış fırlatacakken Hayri ağbinin tokadıyla sarsılıp ufak çaplı bir dejavu yaşadı. Allahtan bakamamıştı. Acımasız bir herifti Kemal. Böyle gıkı çıkmayacak çıtır bir rakip bulduğunda Hayri ağbi gibi sadece tokatla kalmazdı.
“Hay Allahım yaa. Deli mi etçen lan sen beni it, köpek!” dedi Hayri ağbi ve cebinden bir kelebek çıkarıp arı gibi uçurdu. Tam burnunun ucuna geldiğinde kol Şehabettin tarafından tutuldu. Vay be! Delikanlı herifmiş şu Şehabettin.
“Yapma be Hayri. Kemal çelme taktı zavallıya,” dedi.
“Bak Şeho, size saygım var bilirsin ama elimi tutma öyle!” dedi Hayri ağbi.
“Beyleer, kendinize gelin. Nooluyor yaa?!” dedi Baytimur ağbi.
“Ben çelme takmadım. Avanak oğlu avanak ayağıma takıldı,” dedi Kemal. Hala gülüyordu pişkin pişkin.
Hemen atıldım. Olayı hafif geçiştirecek yöntemi bulmuştum.
“Yaa Hayri ağbi, bak oyun gecikiyor. Gelin şuraya yaa. Bir an önce paracıklarımı geriye almam lazım,” dedim.
“Sus lan sen de,” dedi Hayri ağbi.
“Abicim, aklıma bir şey geldi de ondan söylüyorum. Ceza verelim şu Samet’e olsun bitsin yaa,” diye devam ettim.
“Ne cezası lan?” diye sordu Kemal.
“Bence bu it kılıklı aşağıda otuzbir çekiyor,” dedim.
“Daha ne kadar söylicen bunu bilader,” dedi Kemal.
“Sen sussana bi kardeşim,” dedim ters ters. Onu takmadığımı göstermiştim. Kahvede herkes beni sevdiği için kesinlikle bir artısı bulunmadığını anlaması gerekiyordu artık. Kelebeği cebine sokarken ilgilendiğini belli etti Hayri ağbi.”
“Eeee?”
“Eee’si şu abicim. Bu kerhanecinin hali kaldığını zannetmiyorum ben. Burada otuzbir çeksin, becerebilirse, yani oyun bitmeden boşalırsa kurtulsun, yok beceremezse güzelce bir dayak yesin. Böylece bir şans da vermiş oluruz sabiye,” dedim.
“Eğlenceli görünüyor,” dedi Kemal.
“Kardeşim, yarın da çalışacak o çocuk,” dedi Baytimur ağbi.
“Tamam arkadaş, aklıma yattı, ceza bu. Hadi geç lan şu duvarın önüne de başla,” dedi Hayri ağbi yerine otururken.
Çocuk yine ciddiydi. Duvarın dibine yürüdü.
“Pantalonunu, donunu da indir de biz de göt görelim,” dedi Kemal gülerek.
Samet onu dinlemedi. Eli ritmik hareketlerle emme basma muhabbetine başlamıştı bile.
“Ulan Samet, sakın bana bakayım deme çekerken. Otuzbir malzemesi olamam bu yaştan sonra,” dedim.
Herkes makaraları koyvermiş, masanın yine neşesi gelmişti. Baytimur ağbi de ayağa kalkıp rakıları hazırlamaya gitti...
-----------------------

...Ve el başlamış, masanın üstünde paralardan küçük bir dağ oluşmuştu bu sefer. Oyuncular büyük bir ciddiyetle yerden çekecekleri kağıtlara dikmişlerdi gözlerini. Gün benim günümdü. Elimdeki damı tek olarak tutuyordum şimdi. Kadınlara güvenmeyi öğrenmezsem bu hayatta kazanma şansımın olmadığını çakmış bulunmaktaydım.
“Hay senin gibi kağıdın götünü sikeyim,” deyip yerden çektiği kartı ortalarda bir yere yerleştirdi Kemal. Ne kadar da belli ediyordu rol kestiğini. Kendini akıllı zanneden aptallar üzerine çok kalın bir kitap çıkartılabilirdi bu kahveden.
“Sen Kemal’in attığı her kağıdı kapıyon, Tipor denen arkadaş daha zırnık koklatmadı bana be Hayri,” dedi Şehabettin.
“Allahın işi işte,” dedi Hayri ağbi.
“12 kağıt sonrasını görüyorum ben abicim. 11 tur beklemen gerekiyor,” dedim.
Bu sefer kimse gülmedi. Uzanıp yerden kağıdımı çektim. Karo kızın yanına karo vale cuk diye oturuverdi. Amman be! Ceket kolumdaki karo Papaz hafifçe kıçını kaldırıp osurdu. Zaferimi kutlayan bir salvoluk top atışıydı bu. Masadakileri hızlı bir baş hareketiyle süzüp yine parlayan kağıtlarıma döndüm. Hepsinin gözü malak gibi yerdeki kağıtlardaydı. Zamanı gelmişti. Şimşek gibiydim. Gereksiz kağıdımı avucuma atlatmış, elimiyse uyuşmuş gibi gösteren bir hareketle aşağıya indirivermiştim işte. Artık parmaklarımın arasında 13 kağıt kalmış, heyecan da ter ve mide ağrısı olarak üstüme çullanmıştı. Çabuk olmalıydım. Sıra bana geliyordu. Bir çabuk çalıştırmalıydım düzeneği. Bileğim aylardır pratiğini yaptığı tatlı kıvrılma hareketini gerçekleştirdiğinde ceketimin kolunun altından kağıtların durduğu teneke çember azıcık dışarı fırladı. Şimdi avucumdaki kağıt orta parmağıma kıçını koyarak yukarıya doğru havalanıp yuvasına girecek, papaz da aynı şekilde aşağıya inecekti. Ama o öyle yapmadı.Ona sunduğum yumuşak inişi tercih etmeyip yere atlayıverdi orospu çocuğu.
Klasik bir kadersizlik şovu.
Bana milyarlar kazandıracak kağıt elime gelmek yerine yerlerde sürünmeyi seçmişti. Korkuyla titreyip kendime geldim. O kağıdı bir gördüler mi ebemi sikerdi bunlar. Daha önce hile yapanların başlarına neler geldiğine sayısız kere şahit olmuş birisi olarak kalbimi durdurmakta zorlanıyordum. Ürkek bakışlarım masaya döndüğünde üçünün de gözlerinin bana dikilmiş olduğunu gördüm. Eyvah, yakalanmıştım işte!
“Yine ne düşünüyosun Tipor’um, oynasana,” dedi Hayri ağbi.
“Arkadaş çok düşünceli, kağıt çekmeden de düşünebiliyor,” dedi Şehabettin.
Vaaay. O da taşağa sarmıştı demek. Neyse küfür de etseler enselenmemenin bana verdiği mutluluk hapınının etkisini yokedemezlerdi. Uzanıp hiç beklemeden kağıdı çektim. Göstermelik bir şekilde kağıtlarıma bakıp işime yaramadığı rolünü oynadım ve yine yere salladım.
“Alın işte, hız istiyorsanız hız.”
Şehabettin kağıdı kaparken hayretle bana baktı Kemal.
“Oğlum daha bir el önce kupa dokuz attın, şimdi de sekizini atıyorsun. Sikerim bak seni,” dedi.
“Yedilisini almamıştı ama,” diye salladım. Şehabettin’in beni bozmayacağını, onların da yerdeki kağıtları kurcalamakla uğraşmayacağını biliyordum. “Öyle değil mi kardeş?”
“Doğru söylüyor,” dedi Şehabettin.
Diğer oyuncular sinirle kafalarını sallayarak ellerine baktılar yine. Ben devam etmeliydim. Oyunu kazandıracak kağıt küstahça suratıma bakıyordu yattığı yerden. Eğilip alsam ne kadar da süper olurdu be.
“Bakın el değiştirdi Samet. Bu kurallara uygun mu Hayri ağbi?” diye sordum.
Diğerleri merakla dönerken Hayri ağbi en ufak bir kıpırtı göstermemişti. Bön bön yüzüme bakarak. “Hadi Tiporcum, boşver şimdi böyle şeyleri,” dedi. Diğerleri eski pozisyonlarını alırken planımın suya düştüğünü kabullenmiştim artık. Şu anda en akıllıca iş kaderime teslim olup gelecek kağıttan medet ummak ve bu arada aşağıdaki hile delilini ayağımın altında saklamak gibi görünüyordu. Oyun bitiminde çaktırmadan alır, götümü de bu zor durumdan kazasız belasız kurtarır giderdim. Canını kaybedeceğine iki milyar kaybet daha iyi. Ayağımı yavaşça sürüdüm zeminde. Götürüp kağıdın üstüne koydum. Şimdi geriye çekecek ve bir daha asla oynatmayacaktım. Tir tir titriyordum. O esnada karar veremediğim bir şey vardı ama. Ağır hareketlerle mi yoksa birden mi? Birden dedim kendi kendime. Aynı zamanda bir de öksürdüm mü insancıkların ruhu bile duymazdı. Ve çektim. “Öhhö.” Ses duyulmamıştı gerçekten ama kağıt da artık ayağımın altında değildi. Bir çıkıntıya takılıp kıvrıldıktan sonra fırlayıp Şehabettin’in ayağının dibine uçmuştu.
Hassiktir!
Şimdi ayvayı yemiştim işte. Sıra da bana gelmişti. Çektiğim kağıda bakamadım bile stresten. Attıktan sonra gördüm ne olduğunu. Neyse elime uymuyormuş. Esas sorunuma yoğunlaşmak için bayağı bir çaba sarfetmek zorunda kaldım sonra. Korku beni ele geçirmiş, gözlerim içine dolan terlerle cayır cayır yanmaya başlamıştı. İş artık daha zordu. Kağıt bir bacak uzanımı uzaklığın ötesine geçmişti. İyice bir kaydım iskemlede. Yana uzattığım ayağımın topuğunu kullanmak zorunda kalacaktım. Ama ya ayağım Şehabettin’in ayağına değerse noolacaktı? Sapık sanmaz mıydı adam beni. Ve gelelim ikinci şıkka: Kağıt masanın örtüsünün tam altındaydı. Topuğumla almaya çalışırken ayağım kabak gibi ortaya çıkmayacak mıydı? Ne düşünüyorsun lan salak! dedim sonra kendime. Sanki bir yararı var. Harekete geçtim. Bir yakalarsam doğduğuna pişman edecektim o papazı. Bacağım bir balet bacağı gibi ileri atıldı. Ve hiç beklemediğim bir haykırışla yerimden fırladım.
“Oldum be bilader!” diye bağırdı Şehabettin. “Heyt be, ne bilek varmış bende yaa. Ha ha ha!”
Neredeyse kalp krizi geçirecektim. Çıkışın beni hedef almadığını anlayana kadar bayağı bir süre geçti ve ben oyunu kaybettiğime üzülüp “Tüh lan, teke de bu kadar dönülmez ki be,” diye şarladım. Kemal kırmızıdan mora doğru değişen yüzünü avuçlarının arasına alıp iyice bir ovdu. Bıraksalar atlayacaktı Özge ovasına. Ama Hayri ağbi beklentilerin çok ötesine geçmiş, kızacağı yerde rahat rahat gerinerek Şehabettin’e bakmaktaydı.
“Helal olsun bilader. İyi bir ders verdin bize. Urfalılar harbiden biliyormuş bu işi,” dedi.
“Estağfurullah kardeşim, ne demek, şans işte,” diye cevapladı onu Şehabettin.
Çaktırmadan kağıdı almayı düşünerek “Hadi biraz mola verelim de, kafamız dağılsın. Aşağı inip bilardo falan da takılırız,” dedim.
“Yok Tipor’um olur mu, devam ediyoruz,” dedi Hayri ağbi. “Sadece sen olmayacaksın oyunda.”
Eyvaah! Anlamış mıydı acaba?
“Nooldu ağbi?” dedim sırt tüylerim ayağa kalkarken.
“Paran kalmadı kereste, daha ne olcak,” dedi Hayri ağbi.
“Haa, doğru ya,” dedim.
“Yarın annesini ziyaret edeceğim bu yavşağın,” dedi Baytimur ağbi.
“Annesi bi kere verse kapatır mısın borcu Baytimur ağbi,” diye geyiğe sarmaya çalıştı Kemal.
“Hoop hoop,” diye çıkıştım.
“Kapatırım tabi lan noolcak,” dedi Baytimur ağbi.
“Siktirtmeyin bak ecdadınızı! Kötü olacak.”
Bozulmuştum. Onlar gülerek önlerine bakıyordu.
“Ben bir işeyip geleyim, devam ederiz. Siz muhabbete devam edin,” dedi Hayri ağbi.
Rakı bardağını bir dikişte bitirip elinde evire çevire uzaklaştı. Yürürken yalpa yapıyor, üç kişilik yürüyüş alanını tek başına kaplıyordu.
“Bu hala devam ediyor be,” dedi Kemal.
“Evlendiği kadını pek bi mutlu edecek Allahsız,” dedim.
Gidip arkadan bir pandik atınca kıçını kastı hemen Samet. Ama aktivitesini bozmamıştı. Boşalmazsa dayak yiyeceğini biliyordu.
“Uğraşma şunla be Kemal,” dedi Baytimur ağbi.
“Tipor doğru söylüyormuş, daha önce attırmasa imkansız bu kadar dayanamaz,” dedi Kemal.
“Şehabettin ağbi, sen de bi dolaş istersen, ben paracıklarına bakarım,” dedim diğer muhabbetle ilgilenmeden.
Güldü.
“Yok kardeş sağol, iyiyim böyle,” dedi.
Kağıt hala ayağının dibinde duruyor, bana ibnece dil çıkarıyordu. Bir şekilde masanın altına girmem şart olmuştu artık. Cebimdeki bozuk paraları ustaca yere boşalttım.
“Son kalan paralarını da yere mi döküyorsun?” diye sordu Baytimur ağbi.
“Haaa! Yerin de rızkını vermek lazım di mi?” deyip hemen eğildim. Bir bir bozuklukları toparlayarak yılan gibi hedefime yaklaştım. Kağıt artık burnumun ucunda duruyordu. Masanın üst tarafında “Iıh” diye bir ses duyunca bir saniye durdum. Yok, bana değildi, herhalde osurmuştu birisi. Göz açıp kapayıncaya kadar ileri atılıp papazı avucumun içine yerleştirdi elim. Sonra sevinçle ayağa fırladım. Telaştan kafamı masaya iki kere vurup dışarı çıktığımda yüzüme fışkıran kanlar beni şok ederken avucumu da açıp kağıdı yere bıraktırdı.
Şehabettin’in kesik boğazından kanlar boşanıyor, gözleri pörtlemiş öylece iskemlesinde duruyordu. Şaşkınlıktan yere bile düşememişti.
“Sen de mi gördün kağıdı Tipor?” dedi Hayri ağbi ucundan kanlar damlayan kırık rakı bardağını yavaşça yere indirirken. Demek o yüzden boş bardağı yanına almıştı.
“Evet ağbi, ne edepsizlik di mi?” dedim.
“Orospu çocuğu, bizim mekanımızda bizi sikecek aklı sıra,” dedi Hayri ağbi.
Samet inmiş çüküyle o tarafa dönmüş dumur içinde duruyor Kemal ne kadar cesur olduğunu göstermek için olayı hiç takmazcasına diliyle dişlerini temizler gibi yapıyordu.
“Dışarı çıkaralım yahu şunu, her tarafı batıracak piç,” diye bağırdı Baytimur ağbi. Ben, iskemlede kanıyla yerlere tüküren kireç beyazı surata baktım. Yazık oldu be! diye düşünüp sakarlığımın yolaçtığı vahşete dertlenecekken birden fırlayıp koşmaya başladı Şehabettin. Oradaki herkes kendini korkuyla yere atmış, gırtlaklarından garip haykırışlar fırlamıştı. Paldır küldür merdivenleri inip geçtiği yolu yoğun bir kan iziyle süsleyerek kaçıp gitmişti yaralı bir kaplan gibi. Kalkındık hemen. Peşinden aşağı inerek kendimizi yola attık ama adamın tozu bile görünmüyordu artık. Rakıdan leyla olduğumuzu dışarı çıkınca anlamıştık. Hiçbirimizin kaçan kurbanlık koyunun arkasından koşacak hali yoktu.
“Naapçaz şimdi Hayri, bu bizi şikayet etmesin?” diye sordu Baytimur.
“Yok be, ölüm öncesi güç geldi herife, biraz koşar sonra geberir gider,” dedi Kemal.
“Kızılaya uğrayıp kan alırsa iki gün koşabilir bu herif,” dedim.
“Buraya gel lan Samet!” diye bağırdı Hayri ağbi.
Çocuk çükü dışarıda yanımıza geldi.
Çaat diye çaktı tokadı Hayri ağbi.
“Çükünü içeri soksana lan piç!”
Peki!
“Hemen temizlik malzemelerini alıp fırlıyorsun. Kanların gittiği yere kadar temizleyeceksin. Anlaşıldı mı lan götoğlanı?”
Anlaşıldı Hayri ağbi.
“Hiç bi şeycik olmayacak. Para kazandı, yemek için pavyona gitti diycez. Tamam mı koçlar.”
Tamam ağbi.
İş yine Samet’e düşmüştü. O yerleri sile sile köşeyi döndüğünde biz de rakılanmak için içeri daldık.
--------------------------

Bir Reklam
Uçurumun yanından ilerdeki tepeye uzanan güvenlik şeridinin arkası bir kadın ordusuyla kaplanmıştı. Hiç durmadan bir çamaşır makinasının tezahüratını yapıyorlar, arada çatlak sesler çıktımı da, o orospunun gözünü başını cırmık içinde bırakıp, ağzını caart diye ayırarak zafer çığlıkları atıyorlardı.
Boş bırakılan çimenlik kısım ise reklamcıların egemenliği altındaydı. Alanın ortasına; bellerine bağlanmış iplere sıkıca asılmış üç tane kırıtık ev hanımı yerleştirilmişti. İpler uçurumun tam kenarına oturtulmuş üç ayrı marka çamaşır makinasına doğru uzanıyordu. Makinaların yanına da takım elbiseli görevliler yerleştirilmişti. Kıçına solucan kaçmış gibi oraya buraya koşturan yönetmen sonunda elini kaldırıp sabırsızlanan kadınların çığlıkları arasında şovu başlattı. Ve görevliler makinaları boşluğa yuvarlayıverdiler. İpler tombiş kadınları belinden çekip yere savurdu. Artık yerlerde kayma, yuvarlanma, bas bas bağırma vaktiydi. (Zoom in: Sürüklenen kadınlardan birinin açılan eteğinin altından donu görünmüştü ve üstünde “Burhan’ın Malıdır” yazmaktaydı.) Kadınlar uçuruma doğru çekilirken bir zoom in daha patlatıldı ve ellerinden birine bir bıçak tutturulmuş olduğu, böylece istedikleri anda ipi kesip kendilerini kurtarabilecekleri görüldü. Müthiş bir coşku ve heyecan fırtınası yaşanıyor, kadınlar her an biraz daha yaklaşıyorlardı ölüme. Burhan’ın malı dayanamayıp ipi kesti ve kenardan yağlı göbeğini sallayarak kendisine hareketlenen kocasına koşmaya başladı. Sıradan çamaşır makinesinin tutkusuz kullanıcılarından biriydi. Pöh! Bağlı olduğu çamaşır makinesi en pahalı modeldi üstelik. Bir pöh daha. Marilyn saçlı tombiş ise dayanacak gibi davranıp çevreye küstah gülüşler atarken boşluğa iki metre kala birden kesti ipi. O da ödlek çıkmış, makinesine ne değer verdiği açıkça görülmüştü. Ama bizim çamaşır makinesi bir felaketti. Kumral, sivri burunlu, suratsız kullanıcısını her an biraz daha yaklaştırıyordu eceline. Bakalım kadın makinesini ne kadar seviyordu. İzleyiciler soluklarını tutarak baktılar. Yönetmen bir parmağını bileğine koyarak nabzını ölçmeye koyuldu. Kapasa mıydı acaba gözlerini? Ama hayır. Kadın makineyi kurtarmak için verdiği mücadeleden vazgeçmiyordu. Topuklarını taktığı çimenler onu ne kadar daha tutabilirdi ki? Birden dellendi kadınlar. Güvenlik ipini koparıp haldır huldur onur mücadelesi veren yoldaşlarının yanına doğru koştular. Kadın uçurumun kıyısında ipi tutarak dikildi. Son bir güç daha sarfederek geriye atmaya çalıştı kendini. Nafile. İp onu korkunç sona hoyratça çekti. Bıçağı uçuruma fırlatıp sonuna razı olduğunu gösterdi ve gözlerini kapadı. Ama bir kadın yakalamıştı onu. Eteği kavrayan elin sahibini bir başka el gömleğinden yakaladı. Onu da bir başkası. Devamlı geliyorlar ve birbirlerini kurtarmak için anlamlı bir tek sıra oluşturuyorlardı. Güldü kadın. Ortak amacın kahramanı. Kadınlar bu çamaşır makinesi için ölümle mücadeleyi göze almışlardı işte. Görev başarıya ulaşmıştı. Ama birden kaydı ayağı. Ve uçuruma düştüğü anda dengesi bozulan kadınlar tek sıra halinde peşinden uçtular. Koşturup son kadını zar zor yakaladı yönetmen ve “Son sözünüz nedir,” diye sordu. “Aaaah!” dedi kadın.
Slogan: Uğrunda Ölenlerin Kanlarını Temizlemek İçin. Ayrıca sessiz de çalışır.

--------------------------

(Perşembe 02.33)
Samet hala dönmemişti. Demek ölüm öncesi geçici iyileşmeyi abartmıştı Şehabettin.
Biz ise bahçeye çıkmış, meraklısına alkolün bir insanı nasıl maymun edeceğini gösteren didaktik belgesel üzerinde çalışmaya başlamıştık. Neşeliydik. Çünkü Hayri ağbi, ağbilerin en güzeli olduğunu Şehabettin’in parasını aramızda paylaştırarak göstermişti. Oyun havalarını açıp bayağı bir göbek attıktan sonra nasıl olduysa birden bahçede bulmuştuk kendimizi. Baytimur ağbinin koçu, başına toplanmış ehe öhe he he diye gülen adamlara bakıp neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Gidip alnına yumruğumu koyuverdim. Hemen ileri atılmış, tos vaziyeti almıştı ki arkasından atlayan Hayri ağbi onunla birlikte yere yuvarlandı.
“Yakaladımz, tutj Tipor, boynuzla.dan tutj lan! Alla allaaa!”
“Tut.tum abijim. Tamam yaa.”
“Bırakın uleen koçjumu, ipnelik yokj” diye bağırdı Baytimur ağbi.
“Susj layn,” derken ayağa kalktı Hayri ağbi. Koçu da kucağına alıp havalandırmıştı.
“Senj ağjını tutj Kemael! Baytiimiur, senj de rakiyi bojalt, tamam mi arkedeş.”
Tamam Hayri ağbi!
“Ben ne yapıjam abijim?”
“Sen boynujunu tuttuyn mu?”
“Tuttuym Hayri abijim.”
“Hah. Onu kıjını sokj jimdi he he ha.”
Herkes güldü ama bu sırada görevlerini de aksatmadı. Kemal koçun ağzını açıp arasına bir sopa yerleştirmişti. Baytimur debelenen hayvanın devamlı açık duran ağzından bir yetmişliği boca ediyordu. Bense hayvanı öpüp sakinleştirmeye çalışıyordum.
“Nooljak abiı, böjle, niye işiriyozj hayvena?” diye sordu Kemal.
“Durum.u ejitliyozj koçjum. Görejez bakem, kim kim.i sikiyo.anadın.mı?”
Peki Hayri ağbi!
Yerlere saçılanları saymazsak bir büyük içmişti hayvancağız. Tekrar toprağa bastığında melül gözleri fıldır fıldır dönerek ve hafif yalpalayarak bize baktı. Başını öne eğerek kendine tehditkar bir hava da vermişti. Bir yumruk savurdum ama bu sefer boşa gitmişti. Küt diye düştüm. Bu iyi olmuştu. Sırtımı sürterek yerlerde keyifle gerinirken başıma toplaşmış gülen adamlara bakıyordum ki birden müthiş bir tos yedim kaburgalarıma. Ihhh!
“Sikeriemj laayn!” diye bağırdım.
Ben bağırırken o gerilip yeni bir saldırı için hazırlanmış ve gelip kalçama çakmıştı bu sefer.
“Höööyt, sikejem lan ben bu koçju. Heöytt uleenn!”
Ha ha haa! diye gülüyordu adamlar. Ellerimden tutulup havaya kaldırıldığımı hissettim sonra. Açılar ve yükseklik değişmiş gibiydi. Hayri ağbi kolunu omuzuma koyup “Sakiın olj, koçjum, amea, haeyir, haeyır, öyjle olmazj.dur,” diye başladı sonu gelecek gibi görünmeyen bir lafa. Ne dediğini pek anlayamıyordum.
“Doğruü söyjlüyosuın abijim.”
“Hayiır, olmazj. Sikejez, sikejez, ama nasiıl...Şöyle kiı, şjimdiı. eşjit jartlardayiız anadiın mıi. Kafaylae. bitirijezj işi.”
Haaa!
“Nasiıl yaini?”
“Kafea atajaz ulaen, saleak.!, kafea.. aaataaejaazz.. Sikeejez bu koçju.”
“Haaee!”
“Haee yaaa!”
“Bırakeın laen koçjumu. O beniım herjeyim.” diye bağırdı Baytimur ağbi. Ama sesinin şiddetinden kıçüstü yere oturuverdi ve salak gibi duvara bakmaya başladı. Sanki birisine benzetmişti.
“Önje bean vurajaam,” dedi Kemal.
“Haeah!” dedi Hayri ağbi. “Afferiım. laen Kemal.”
“Önje bean,” diyerek ayağa kalkmaya çalıştı Baytimur ağbi.
“Duruün bakiın.,” diye araya girdi Hayri ağbi. Düşmemek için tutunduğu kulağım bayağı bir ağrımaya başlamıştı. Kendimi yere bırakınca o da benimle birlikte düşüverdi. Ve yerden bitirdi başladığı muhabbeti: “Bu koçju var ya, bu koçju.”
Var Hayri ağbi.
“.bu koçju ilk devirean.a. biır miılyaar koyuüyorumj. Var miısınıj laen?”
Varız Hayri ağbi.
Dakikalar süren bir operasyonla ayağa kalkıp sıraya geçmeye çalıştık. Herkes en ön sıraya geçmek istediğinden itişip kakışıyor, başa geçici süreyle yerleşen arkadaş ise koça her geçen saniye bir adım daha yaklaşmış oluyordu. Sonunda sürünerek ilerleyip başa ulaştığımda koçla kafa kafaya durduğumuzu gördüm. Şaşılaşmış gözleriyle sanki daha önceden tanıyormuş gibi bana bakıyor, kafasını yere eğip güzel bir tos patlatmak için ön hazırlıkları gerçekleştiriyordu. Kemal hasetle beni çekince kendimi en geride ayakta dururken buldum. Böylece tos Kemal’in taşaklara oturmuş, o da iki büklüm benim arkama fırlamıştı. Hayri hepimizi geriye doğru ittirirken bağırdı:“Duruyn laen, Allahsıjlaer! Herkesj beniım arkaema geşejek. Haedi.marj marjş.”
Bilinçsizce, ördek yavruları gibi dizildik arkasına. Sonunda intizam sağlanmıştı. Koça bakıp dişlerini gıcırdattı Hayri ağbi.
“Paraelariı.koy.dunuüz.mü beaylerr.”
“Bean koydüum aa.bıi.”
“Baen de koydumm.”
“Ya sean?”
“Ben dea koy.dum!”
Koç nara atar gibi uzun bir me çekip bizi kesti.
“O zamaen. beeen, o paraelariı.aliırımj arkeadaşjj.”
Böyle deyip fırladı Hayri. Allah taksiratını affedecekti inşallah...
Dambır dumbur sallana sallana koşturdu. Gel de sikeyim ananı diyen bir tarzda, boynunu öne eğip inatçı duruşunu almıştı koç. Sabırla bekliyordu. Kıçını hoplatarak yuvarlanan Hayri ağbi koçu geçip gitti ama. Haydaa? Duvara felaket bir kafa koyup çakıldı kaldı sonra. İki üç görüntü vardı herhalde önünde. Yanlış koçu seçmişti...
Biz kasıklarımızı tuta tuta gülüyorduk. Vücut aşağı kayarken duvarda da iğrenç bir kan lekesi bırakmıştı. Hayvansa geri dönüp saldırgana küstah darbeler indirmeye vermişti kendini. O sırada Hayri ağbinin baygın olması ve neşemizi paylaşmaması bizi hiç de enterese etmiyordu. Aklımız ortadaki paradaydı. İşin doğrusu kan daha da arttırmıştı kahkahaların dozajını. Sırası gelen Kemal önce bir ıslıkla koçun dikkatini çekti. Dönüp haşırt diye dikildi hayvan. Kemal boğalar gibi bir ayağını yerde sürüyerek hazırlandı ve ileri fırladı. Çok inançlı ve ihtiraslı bir saldırıydı bu. “Hadi yavruiym, siık şjunuün belaesinı,” diye tezahürata giriştik. Benim tezahüratım koçaydı tabi. Tokatak tokatak ilerledi Kemal. Hayvan da ipinin yeterli uzunluğunu sonuna kadar kullanma gayreti içinde yerinden fırladı ve hayatımda hiçbir zaman duymadığım, müthiş bir Toaak! sesi çınladı gecenin karanlığında. O sese hiç de küçümsenmeyecek bir çatırtı da karışmış gibiydi. Beyin ameliyatına hazırdı artık kafası. Hayvan bu sefer de onu tosuyor, yerlerde dört döndürüyordu. İçki nasıl bir şeyse, kaçmam gereken bu anda hala bana saldırma öğüdü verebiliyordu. İyice bir bilenmiştim orospu çocuğuna. Önümde duran Baytimur ağbiyi dürtükledim. Benimkinin tam aksine, içki ondaki merhamet duygularını uyandırmış gibi görünüyordu.
“Hadie a.bijim yaea. Vureamayeajaksan çekiıl onümden,” diye bağırdım.
Ve o ağlamaya başladı. Böğüre böğüre, sümküre sümküre.
“Böheee, böhühüeeee!”
Sonra yavaşça yürüyüp koçunun yanına çöktü. Ağlarken koçun ağzı, kulakları, burnu ve bilimum diğer bölgelerini öperek özür dileyip duruyordu. Hayret! Hayvanı da garip bir dinginlik sarmıştı. Halbuki bir kafa koyup şu yavşağın gereksiz duygu sömürüsünü kırıp geçse ne hoş olacaktı. İşte o anda süper bir fikir kafama bir elma gibi düşüverdi. Ulan ulan! Ulan! Onun da kafası kırılırsa bir tek ben kalmayacak mıydım ortalıkta!? Akabinde, bir an düşünmeden yerleri taradım ve zorlukla kaldırabildiğim bir taşı alarak yanlarına yürüdüm. Baytimur ağbi beni görecek durumda değildi. Neredeyse dilini ağzından içeri sokacaktı koçun. Diklenen hayvanı siklemeden, “Dikkaet etj abiı, vurajak,” diye bağırdım ve taşı kahvecinin karmaşa içindeki kafasına oturtuverdim. Şakkadanak yıkıldı yere. Yarın onu koçun kafasına maruz kaldığı konusunda ikna etmek pek de zor olmayacaktı. Ha ha ha! Pamuk torbasına bakıp “İşjte şjimdi yediın ayveayıi ko.çjum,” diye bağırdım.
Ama işler istediğim gibi gelişmedi. Bu koç köpek gibiydi. Sahibine vurmamı sineye çekmeyip deli gibi öne atıldı ve ipini koparıp ilkel korkunun gazıyla topuklayan zattımın peşine düştü. Bahçede dört dönerken şöyle düşündüm: İçeriye kaçarsam kurtulurum. Ama tam üç kez kapıyı geçtikten sonra aklıma gelmesi fikrin uygulanabilirliğini azaltıyordu. Bu arada canımın koyun etli nohut için yanıp tutuşması basit bir espri miydi yoksa harbiden herhangi bir evden kokular mı geliyordu. Sonunda artık dayanamayacağımı anladım ve zınk diye durup kıçımı dışarı çıkartarak teslim oldum. Ama herhangi bir darbe hissetmedim ve kafamı kaldırıp çevreme bakınınca yerine dönmüş ağzına aldığı otları geviş getiren koçu teşhis ettim. Otuz saattir boşu boşuna koşturup duruyordum. Nefes nefese yeniden aldım elime taşı. Parmaklarımın ucunda yaklaşırken planımı unutmuştum. Ne yapacaktım lan ben? Tamam koçun kafasını kıracaktım ama ya sonrası? Hayvanın yanına vardığımda henüz daha bir karara varmamış olmama rağmen kafasına geçiriverdim taşı. Tam alnına indirmiş, sonradan zırlamaları daha baştan önleyecek mükemmel bir darbe gerçekleştirmiştim. Hayvan on saniye kadar ileriye baktıktan sonra anca karar verdi devrilmeye. Alnı bayağı bir açılmış, öylece yatıyordu biçare. 112’yi çağırsam, gülerler miydi ağlarlar mıydı acaba. Koça alıcı gözüyle bakarken planım da nihayet aklıma geldi. Paraları almak için taşı saklayıp benim de darbe almam gerekiyordu başıma. Çok geçmeden parayı toplama ve gizleme harekatını tamamlamıştım. Hadi hayırlısı deyip bir daha kaldırdım taşı ve daha indiremeden başka bir şeyin küt diye kafama konduğunu pek yakından algıladım. Elimdeki taşı bırakmadan koyunun üstüne devrildim. Ben beyaz tüylerin arasından fırlayıp göbek atan solucanlar gördüğüm için bayıldığımı anlayamamıştım aslında. Ama bayılmışım.
--------------------------

(Perşembe 13.16)
Gözlerimi kahvenin içindeki koyu kahverengi, deri koltuğun üstünde açtım. Biraz ötemde atılan tavla zarları sanki başımın içindeki duvarlara vurarak dönüyor ve her seferinde carıyek geliyordu. Başımı Fatih Sultan Mehmet’in kavuğu gibi sarmıştı beceriksiz bir gerzek. Koç da tam yanımda yatıyordu sarılı başıyla. Mahzun ifadesiyle hem bilge hem de anlayışla baktı bana. Gözlerim dolu dolu olmuştu. Ne yapmıştım lan ben?! Aksıra tıksıra ağlasam açılır, içkiyi ve iğrenç akşamdan kalma duygusunu vücudumdan atardım ama yapmadım. Hafif ıslanan gözlerim bile kuşku çekecek korkusuyla hemen çevreme bakındım. Kahve yine dolu doluydu. Herkes kendi dalgasına düşmüş; oyuna, geyiğe falan sarmışlardı. Kasanın orada sarılı başını tutarak oturan Hayri ağbiyi görebiliyordum. Ama iki adet. Başımı çevirdiğimde nesnelerin izlekleri onları terkedip benimle birlikte dolaşıyorlardı kahveyi.
“Aaaıhh!”
Beynimde su dolu bir balon vardı sanki. Ben kımıldadıkça oraya buraya dalgalanıp ağrıyan yerlerimi dürtüyor, canımı bir hayli acıtıyordu. Ama kalkmalıydım. Konuşulacak, açıklığa kavuşturulacak çok şey vardı. Doğrulmak için tüm gayretimi kullandım. Ama beceremedim. Dirseklerimin üstünde zar zor dikildiğimde duyduğum kalın, insanlıkdışı ses tekrar koltuğa düşürdü beni.
“Dur canım, daha kalkma, çok zor anlar geçirdin,” demişti bana koç.
--------------------------

(Perşembe 14.12)
“Sen şimdi söylemeyecek misin bilader kafama kimin vurduğunu, mutlaka uyanmışsındır sen o sırada?” dedim.
“Yok be kardeş, ısrar etme artık. Sana bir sürü şey anlattım, ne tiyolar verdim, yetmedi mi?” dedi.
“Yetmedi amına koyayım.”
“Bi kere verirsen söylerim bilader. Ehe he.”
“Lan yürü git.”
Ufak gezintimizden dönmüş, kahvenin kapısını açıp içeriye süzülmüştük artık.
“Hadi sen bahçeye git, akşamüstü yine çıkarız dışarı.”
“Tamam koç,” diye cevaplayıp yağlı kuyruğunu sallaya sallaya ilerledi kahvenin içlerine doğru.
“Hayrola Tipor, yavaş yavaş çobanlığa mı geçiş yapıyorsun. He he he.”
“Baktı iş falan bulacağı yok, tek koçla başladı işe. Ehe ehe he!”
Suratlarına bile bakmadım. Geyikle uğraşacak vaktim yoktu. Baytimur ağbi hastaneden dönmüş olmalıydı. Kafasına taşı yiyip akıllanan koçtan süper bilgiler toplamıştım. Bakalım el mi yamandı bey mi? İstesindi bakalım şimdi borcunu... Öhöm, böyle gergin olmamın bir nedeni de vardı ayrıca. Paraları gizlediğim yerde yeller estiğini teşhis etmiştim birkaç saat önce.
Kasanın oraya yürürken Hayri ağbinin fırlayıp koçu yakaladığını gördüm. İpinden tutup hoyratça kendine çevirdi ve “İşte kurbanlık da geldi. Ne dolaştırıyon oğlum şunu, zayıflayacak hayvan,” diye seslendi sonra bana.
“Ne dolaştırması yaa. Veterinere gittik. Allahtan ucuz atlatmış darbeyi.”
“Ne kafa atmışsın be Tipor!” dedi kolsuz Şadi.
“O iş biraz şaibeli Şadicim!” dedi Hayri ağbi hemen.
“Ne şaibesi be ağbi, koydum haşırt diye kafayı işte.”
“Oğlum sen bayılmadın mı?”
“Bayıldım.”
“Eee, o zaman nerden biliyon senin devirdiğini hayvanı? Hem bir başkası da el koymuş olaya, belli. Baytimur’un kafasını patlatıp paraları iç eden bir yavşak var ortada. Yalan mı?”
Koç bana bakıp göz kırpınca heyecanlanıp aceleyle konuşuverdim.
“Abicim, tamam paraları alan biri var ama, o adam niye koçun kafasına taş vursun ya? Koçu da mı soyacak bu herif?”
“Onu allah bilir. Belki arkasında tanık bırakmak istememiştir.”
Koskoca Hayri ağbi aptal gibi konuşunca, karşı çıkıp dayak yemektense bize de susmak düşer.
“Tamam abicim, öyle olsun.”
“Tamam tabi amcık!. Hem şu hayvana da daha fazla masraf falan yapma.”
“Neden öyle dedin ağbi?”
“Adağım var bilader, bugün kesecem ben bu hayvanı.”
Koç huysuzlanıp ipini çekti ve üzgün gözlerle baktı bana.
“Kesecek misin? Ne adağı ya?”
“Hişşt, dur len!” diye ipi çekti Hayri ağbi.
“Sanki türkçe anlıyor pezevenk, bak nasıl da huysuzlandı?” dedi Şadi.
“Nooluyor be ağbi,” dedim yine. “Bu adak işi de nerden çıktı?”
Birden kollarını açıp neşe içinde bağırdı. “Altılıyı tutturduk bilader. On beş kafa verdi, on beş. Senin borçlar da iptal oldu. Gel bakiim ağbine.”
Ayaklarımı sürüyerek yanına gittim. Sesimdeki isteksizliği engelleyemeyerek “Vay be, helal olsun be ağbi,” dedim.
Beni yakalayıp iyice bir sıktı. “Akşama da plan yapma ha. Hep beraber Santana’ya gidiyoruz.”
Başımı sallayıp kafama takılan soruyu patlattım hemen.
“Baytimur ağbi koçunu kestirecek mi be ağbi?”
Bana bakıp güldü. “Kim siker lan Baytimur’u. En az üç gün daha hastanede kalacakmış.”
“Belki hafızasını kaybetmiş olarak gelir,” dedi Şadi.
“İnşallah inşallah,” dedi Hayri ağbi. “Paracıklar da kahve de bana kalır o zaman.”
Zoraki gülüşler başladığında ben koça döndüm ve “Sen merak etme kardeş,” der gibi bir hareket patlattım. Ama ne yapacağımı gerçekten bilmiyordum...
----------------------------

Bir Reklam
Adam buzdolabından bir şey alacaktır. Kapağı açıp memnuniyetle bakar. Hakikaten de çok güzel görünmektedir. Fakirlerin şeyi şişip ağızlarına kadar uzasın diye art direktör ne bulduysa doldurmuştur içeriye. Yalanan adam kolunu içeriye sokunca yüzünde aniden müthiş bir acı ifadesi belirir. (O ifadeyi dondurur yönetmen. Tam beş saniye. Böylece buzdolabının dondurma özelliğine akıllıca bir gönderme yapmıştır aklısıra.) Nerde kalmıştık. Evet, adam acıyla kasılıp hemen kolunu geri çeker. Aman tanrım. Kolu tümüyle donmuştur. (Cut: Yönetmen araya ağlayan bir anne görüntüsü koyar.) Adamın buruşan yüzünden garip bir haykırış yükselir. Gerileyerek, acı içinde dönerken kapıya çarpar ve kolu bir anda tuz buz olur. (Kamera buzdolabına döner.) Buzdolabı kahkahalarla gülmektedir. Bir süre sonra tıkanıp öksürür ama sonra yine gülmeye devam eder.
Slogan: Elin buz gibi götün karpuz gibi.
-----------------------

(Perşembe 15.07)
“Oğlum kesecek seni anlamıyor musun?” diye bağırdım. Sonra kendi kendime bağırıp çağırdığımı zannedip doktor falan çağırırlar diye sesimi otomatikman azaltarak devam ettim. “Noolur konuşsan. Konuşan koçu kim keser bilader?. Sadece Hayri ağbiye yap numaranı yeter. Ha, ne diyosun?”
“Allaallaa, taş kafa mısın nesin, neyi anlamıyorsun kardeşim. Bu yaştan sonra sirk sirk dolaştırır beni o orospu çocuğu diyorum sana. Para kazancak diye iflahımı keser, elaleme maskara oluruz oralarda.”
“Bana niye konuştun o zaman, ha? Ben de insan değil miyim oğlum, bana niye konuştun?”
Önüne eğilip biraz ot aldı, umursamaz tavırlarla çiğnemeye başladı.
“Cevap versene oğlum, bana niye konuştun?”
Kafasını kaldırdığında gözlerindeki acıma dolu ifade dikkatimi çekti.
“Sen başarısızsın bilader. Bir bok beceremeyeceğini biliyorum senin.”
Birden gereksiz bir öfkeye kapıldım. Koçla koç oluyordum.
“Ohha be, biz sana yardım edelim diyoruz, senin yaptığına bak.”
“Naapayım kardeşim, sen sordun, kırılmaca darılmaca yok.”
Yeniden diktim gözlerimi.
“Konuşmıycan mı şimdi?”
“Hayır arkadaşım, sadece melerim, başka bir şey yapmam.”
“İyi, ne halin varsa gör o zaman... Kanını alnıma sürmezsem ben de Tipor değilim.”
“Götüne sür götüneee., tövbe tövbeee!”
“Görürsün bilader.”
Sinirle çarptım bahçenin kapısını.
------------------------------

(Perşembe 15.32)
Bilardonun önünden geçip ilk masada oturan Kemal’in sarılı kafasına bir şaplak atarak kahvenin çıkışına doğru yürüdüm.
“Ahh! O elini götüne sokarım lan senin it!” lafları dudaklarımı keyifle kıvırmaktan başka bir işe yaramadı.
Arkama dönmeden “Kafan açılırsa haber ver Kemalim, bende capon yapıştırıcı var,” dedim.
“Siktir git,” lan diye bağırıp ayağa kalkmaya yeltendi ama koluna bacağına yapışıp tuttular.
Masadan kafasını kaldırmış, çarpık ve yalak bir gülüşle benden komik bir cümle bekleyen Timur’a “Bu yavşak var ya,” dedim. Gülmeye devam etti. “Koça kafa attı akşam biliyor musun?”
“Heee!”
“Sonra nooldu peki, onu biliyor musun?”
“Yoo, he he!”
“Bu bayıldıktan sonra bilader.., koç bi güzel sikti bunu.”
Koptu Timur. Diğerleri de kağıttan kafasını kaldırmış, kıkırdamaya başlamıştı.
“Ama söylüyoruz inanmıyor. Sen baygındın, biz de sarhoştuk karışmadık diyoz.”
“Bırakın lan beni. Tipor, ananı sikecem senin, ananı. Duydun mu Tipor!”
Gevrek bir gülüşle yarım döndüm arkama.
“Ben senin ananı sikmem bilader, koçu yollarım, o pek güzel sikiyo. Ha ha ha.”
“Ha ha haa ah haaa!” diye güldü insanlar. Kemal “Tutmayın lan, tutmayın,” diye horoz gibi zıplayarak öterken yürümeye devam ettim ve birden yerime mıhlandım.
Allahım, bu gördüğümün doğru olmadığını söyle bana. Allahım bizi polisin şerrinden koru. Bizi hapishanelerde kurda kuşa yem etme.
İçimden dualar ederken ilerleyen ayaklarımı tutamıyordum. Hiçbir şey söylemeden çöküverdim iskemleye ve hayretten faltaşı gibi açılmış gözlerle karşımda bir malak misali çayını yudumlayan adama baktım.
Şehabettin ağbi bir fular takarak kahveye dönmüştü. Sapasağlam, sanki gündelik, sıradan meseleler düşünür gibi; gözlerini duvara dikmiş oturuyordu.
Dönüp körlüğü daha yeni açılmış, gördüğü her nesneye yabancı biri gibi yüzüme baktığında hiç beklemeden konuşmaya başladım. Paçamı bir şekilde kurtarmalıydım, di mi ama!
“Şehabettin ağbi, Allah şifalar versin ağbi, benim bir suçum yok ağbi. Her şeyi o ibne Hayri ile Kemal planladı ağbi. Hatta ben boğazına pansuman yapmak için o kadar uğraştım ama onlar beni tuttular.”
Birden beni susturup artık içinde akıllı kıvılcımlar yanan gözleriyle taa içime bakarak konuştu.
“Ben Cenabettin bilader,” dedi. “Sen Şehabettin’i tanıyor muydun yani?”
Yutkunarak bir süre şok içinde kımıldamadan durduktan sonra zorlukla başımı salladım.
“Ben de onu arıyorum kardeş,” dedi Şehabettin’in ikizi. “Dün evine dönmemiş. Buraya geldiğini söylediler bana.”
“Öyle mi ağbi?”
“Hayri’ye sordum görmedim dedi. Sen pansuman falan dedin. Başına bir şey mi geldi yoksa?”
“Ben mi dedim?”
“Evet bilader, boynuna pansuman yapmaktan bahsetmedin mi? Hayri’yi anlattın sonra. Nooldu, fena bir şey yok di mi? Hastanede mi şimdi?”
“Eeee,” diye geveler ve ne diyeceğimi ne yapacağımı düşünürken ansızın başımın üstünde Hayri ağbinin sesi patladı.
“Cenabettin kardeş. Şehabettin arıyor, telefonda. Bizi de merak ettirdin be kardeş. Hadi çık da konuş şunla, bi daha merakta bırakmasın milleti.”
Cenabettin ağır ama memnun hareketlerle masadan kalkıp dimdik yürürken Hayri ağbi bana yerin dibine sokacak bir bakış fırlattı ve hemen onun peşine düştü. Kemal’de başıma şaplağı koyup “Ne aptal herifsin lan,” diyerek yukarıya yollandı. Bir süre dumur içinde ayakta dikildim, sonra Cenabettin’in yarım çayını dikip ben de peşlerine düştüm. Yukarı çıktığımda beklediğime yakın bir manzaraya adım adım yaklaştım ve “Ulan ne çok adamın ölümüne neden oldum be!” diye düşündüm. Bir cenabetlik vardı bugünlerde üzerimde.
Cenabettin’in boynuna koca bir balta saplanmıştı. Azıcık bir etin tuttuğu, kanlar içindeki başı yana düşmüş; gözleri Allah’a bakar gibi tavana dönmüştü.
“Tam dayaklık herifsin haa Tipor,” dedi Hayri ağbi.
------------------------

(Perşembe 16.12)
Ellerimizde plastik eldivenler, bölme parçalama işlemlerini büyük bir hırsla yerine getiriyorduk. Koç bu iğrençliğe dayanamıyor, ikide bir kusup duruyordu.
“Nesi var lan bu hayvanın?” diye sormuştu Hayri ağbi, ben de “Veteriner böyle şeylerin normal olduğunu söyledi, kafasına kötü darbe almış,” demiştim.
“Parmakları da ayıralım mı?” diye sordu Kemal.
“Tabi, ne kadar küçük olursa o kadar iyi,” dedi Hayri ağbi.
Çaktırmamam gereken bir tiksintiyle Hayri’yi süzdüm. Cenabettin’in kalbini bir elinden öbürüne atıp duruyordu. İşte o sırada geldi harika fikir ve kendimi tutamayıp haykırdım.
“Hayri ağbi! Kurban ağbi, işte kurbanı kestin. Başka bir kurbana ihtiyacın yok artık,” dedim.
Koç sevinçle yerinde hoplayıp bize dönerken Hayri ağbi eliyle terini silip “Nasıl yani?” dedi.
“Ağbi, sen öldürmedin mi bu adamı?”
“Evet!”
“E, tamam işte, kurbanı kestin ağbi. Bir de koçu kesersen fazlalık olur, günah işlemiş olursun.”
“Hakikaten lan,” dedi Hayri ağbi. “Doğru söylüyorsun valla.”
“Tabi ya,” dedim koça muzip ve neşeli bir bakış sallayarak. Din tarihine yeni bir kavram kazandırmıştım. Adam kurban edilmiş ve bu sefer koç kurtulmuştu. Ha ha haa!
Gözlerini kısıp “Her altılıya bir kurbanım var,” dedi. “bu hayvan da dursun bakalım kenarda.”
Koç kıçının üstüne otururken ben de hayal kırıklığı içinde yere indirdim başımı.
----------------------------

(Perşembe 16.27)
Masaya oturmuş, koçun söylediklerine takılan kafamı dağıtmaya çalışıyor ama beceremiyordum.
Samet yanımdan geçti. Sırtında “Ben ibneyim, bana vurmayan eşektir,” yazısı vardı.
Doğru mu söylemişti acaba koç? Harbiden işe yaramaz bir herif miydim lan ben?”
Samet bir başka tepsiyle çıkışa doğru ilerlerken “Ablanı ne zaman getiriyon buraya Samet,” diye bağırdı Timur.
Ama bir sürü yeteneğim vardı lan benim. İnsanlar beni anlamıyor, benden yararlanmıyorsa bu benim suçum muydu?
Süper bir tokat yedi Samet. Adaçayı istemişti Burhan ağbi. Ben de duymuştum.
Neyse pavyon muhabbeti kafamı dağıtırdı bu gece.
----------------------------

(Perşembe 18.43)
Birden yere attı kendini Metin. İnsanların ayaklarını ittirip emekleyerek masanına altına sığmaya çalıştı. Kıçı açıkta kalmıştı ama Allahtan kapı tarafından giren karısının tam tersine denk düşüyordu.
Kadına sadece bakmak bile bir iki yıl yaşlandırırdı insanı. İçimden insanlık namına bir parçanın yerlere düşüp paramparça olduğunu hissettim. Kızarmış gözleri, dağınık saçlarıyla perişan bir halde içeri girdi ve bir iki adım atıp seslendi yalvararak.
“Metin’i gördünüz mü arkadaşlar? Lütfen, bir bilen varsa söylesin. Üç gündür gelmiyor eve, çocukları susturamıyorum, lütfen söyleyin.”
Harbiden de üç gündür eve gitmiyordu herif. Bu kaçıncıydı hem de. Bar pavyon dolaşıp devamlı kumar oynuyordu.
“Yalvarıyorum ağalar, Allahaşkına, çok zor durumdayım. Nerede olduğunu biliyorsanız...”
Durdu kadın. Dikkati dağılmış gibiydi. Ve nedense bana bakıyordu. Kafamla yaptığım muhbir hareketini algılamaya çalışıyor olmalıydı. Birkaç kez masanın altını gösterip hemen puanlı gazeteme çevirdim başımı. Mimlenmek iyi olmazdı. Sonra ayak seslerini dinledim. Kadın ağzını açmadan birkaç adım atmış ve durmuştu. Artık yine kaldırabilirdim başımı.
Manzara güzeldi. Kadın Metin’in başına tünemiş sinirli bakışlarla altında titreyen göte bakıyordu. Benimle birlikte bütün kahve küçük küçük kıkırdamaya girişmişti ki “Lütfen çıkar mısın oradan Metin?” dedi kadın otoriter bir ses tonuyla. Kısa bir es ve sonra yine. “Hemen oradan çık Metin, bak yoksa çok kötü olacak.” Metin geri geri gidip tüm vücudunu açığa çıkardıktan sonra ayağa kalkıp utanç içindeki suratıyla karısının karşısına dikildi. Kıkırdayan kahve onu da ayartmıştı. Ancak filizlenen yalak gülüşün yüzünde kalma süresi ancak bir saniye olacaktı. Suratında patlayan tokat onu kendine getirmiş, yüzü leylak rengine çalarken gözleri boncuk gibi olmuştu.
“Dışarı çık Metin! Dışarı çııık!”
Anam bu da ne? Ellerimle kulaklarımı tıkarken acıdığım yaratığın kimliğindeki iğrenç değişime de adapte olmaya çalışıyordum. Ama beceremedim. O çatlak mahalle karısı sesi beni derinden yaralamış, yaptığım yanlışı soğuk bir su gibi yüzüme çarpmıştı. Kadın Metin’i çimdikleyerek kapıya doğru itti ve o, kapıda bekleyen iki çam yarması arkadaşı görüp bir an duraladı. Kadının zebani kardeşleriydi bunlar. Kaçıp kaçmamak seçenekleri arasında müthiş bir kararsızlık yaşıyordu ki tiplerden biri içeriye girip koluna girdi. Karısı da arkasından ittirince apar topar dışarı taşındı biçare Metin kardeş. Bütün kahve dışarı hareketlendiğinde, duyulan seslerden dayak faslının yan arsada başladığı anlaşılıyordu. Başlar ve ayaklar ufak ufak sokağa atlayıp olan biteni gördü ardından. Yerlerde tekmelenip yumruklanan adamın üstüne bir de karısı binmiş, suratını acımasız tırnaklarla süslemeye girişmişti. Kendimi rahatlatmak için ıslık çalmaya başladım ama yanımdaki Timur’un aptal bakışıyla susmak zorunda kaldım.
Haketmişti lan, ne diye üzüyordum kendimi diye düşünürken Metin son bir gayret gösterisine girişti. Kendisi görünmüyordu ama balgamlı tükürüğü duyulmuştu. Ağbilerden biri Metin’i ekstra bir güçle ayağa dikip cebinden çıkardığı çakıyı dibine kadar gömdü midesine. Kadın acıyla haykırdı: “Hayıır!”
Dönüp zombi gibi kahveye yürüdüm. Elde bir ölü daha vardı. İyi gidiyordum iyi.
--------------------------

(Perşembe 17.35)
Samet, üstü silme çay dolu tepsiyle masaların arasında süzülüyor, horon teper gibi kesik ve hızlı hareketlerle manyak bir servis sunuyordu kahveye. Önüne çay konmayan yoktu.
“Bu da mı Hayri ağbiden?” diye sordum.
“Hı hı,” dedi başını sallayarak ve hemen toz oldu yanımdan. İnsanlar “Buraya de getirsene lan anasını siktimin çaycısı,” gibisinden cümlelerle onu işine motive ediyorlardı.
Gülerek bakıp önüme eğildim. Helal olsun şu Hayri ağbiye be dedim kendi kendime. Ben kazanmış olsam zırnık koklatmazdım valla bu ibnelere. Günahımı bile vermezdim. Versem bile faiziyle geri alırdım. Keh keh.
Ayağımı bir kez daha değiştirerek çiş yollarını iyice bir büzmeye çalıştım ama artık olmuyordu. Ağzımdan fırlayacaktı aşağı yukarı iki saattir tuttuğum çişler.
“Tipor, gel lan, işeteyim seni,” diye seslendi birisi. Bu tek kol Şadi’ydi galiba. Nerden anlamıştı lan çişimin olduğunu? Zınk diye çevirdim kafamı ve tınk! Onu gördüm. Şadi desem değildi, demesem yine değildi. Onun vücuduydu ama üstünde kelle yerine bir pisuar duruyordu. Gözlerim yuvalarından kaçmasın diye kırpıştı kirpiklerim.
“Ne bakıyon Tiporum, oynıcan mı oynamıycan mı?”
Şimdi Şadi olmuştu. Salak gibi baktığımı biliyordum. Başımı sallayıp kendime gelmeye çalışırken “Yok bilader, siz takılın, perşembeleri okey oynamıyorum,” dedim.
“İşeyeceksen gel bilader, çekinme,” dedi cevap olarak. Allah Allaah!
Yine pisuara dönüşmüştü Şadi. Ortada bir gariplik olduğu kesindi. Herhalde artık işemem gerekiyordu. Çiş torbamdaki toksinler başıma vuruyor olabilir miydi acaba? Olabilirdi tabi.
Kalkıp kasığımı sıkıştırarak paytak paytak ilerledim akşamüstü esnemesine tutulmuş kahve adamlarının arasından. Zıpkın gibi yanımdan geçerken “Yeni çay demledim Tipor ağbi,” dedi Samet.
“Bu da mı Hayri ağbiden,” diye sordum.
“Hı hı.”
“Siktir git lan o zaman, içmiyorum.”
Cevap vermeden koşturup uzaklaştı. Onu hiç bu kadar şevk içinde görmemiştim. Dayağın, horgörmenin cennetlik olduğu ortadaydı. İlerde çayını yudumlayıp altılı çalışan Hayri ağbi’ye bakaraktan tırmandım merdivenleri. Çay ısmarlayıp ısmarlayıp geceki eğlenceyi iptal etmesin lan bu herif diye düşündüm.
“Etmeyecek! İnan bana,” dedi birisi.
Telaşla yukarı baktığımda çıkışımı kolaylaştırmak için elini uzatmış özel takım elbiseli bir komiyle karşılaştım. Bu da ne lan?
“Buyrun, buradan gelin, sizi tuvalete bırakayım,” diyerek elimi tuttu adam.
“İyi misiniz Tipor bey. Nasıl gidiyor kumar işleri?.”
“İyi iyi. Siz nasılsınız?! Yeni mi başladın kardeş işe?”
“Evet Tipor bey., iyi işemeler efendim, ben çıkışta kolonyayla bekliyor olacağım sizi.”
“...eee, peki kardeş sağol.”
İçeri girip kapıyı kapattım ve aynaya baktım hemen. Her şey normal görünüyordu. Hafif bir yorgunluk sadece. Ama aynaya dil çıkarıp dişlerimi gösterirken bir gariplik çarptı gözüme. Pisuarlar ve klozetler kaldırılmıştı. Vee, şöyle olmuştu, şöyle ki., hemen geriye dönüp şaşkınlıkla tuvaletin içine baktım. Al işte, normallik peşindeydin, buyur!. İçeride bir sandalye ve üstüne kurulup ağzını ardına kadar açmış bir kız duruyordu. Şaşkınlık içinde bakma sürem uzayınca ağzını kapatıp cilveli hareketlerle konuşuverdi kız:
“Nooldu Tipor bey, canınızı sıkan bir şey mi var? Buyrun, ağzıma işemeniz için sabırsızlanıyorum efendim.”
“Ne demek canım, hiç olur mu öyle şey,” deyip lavaboya iyice bir dayadım kıçımı. Biraz tırsmıştım doğrusu, sapık falan mıydı acaba?
Kız büyüyen gözleriyle hayretle baktı bana.
“Ama benim görevim bu efendim. Gelin hadi.”
Gözlerim aşağı indi ağırdan. Pantolonumun üstünde durdu. Kimbilir hangi heyecan sayesinde çişimi salıvermiştim. Bileklerime doğru süzülüyordu sular. Açıkça sendeleyerek kapıya yürüdüm, duvarlar üstüme üstüme gelirken. Kapıyı açıp dışarı attım kendimi. Nefes almakta zorlanıyordum. Sandalyeler önümden geçiyorlardı koşturarak. Trabzana doğru sendeledim. Zar zor yakaladım soğuk demiri...
Ve ben orada yarı baygın, uyanmak için gereksiz bir çaba sarfeden balık gözlerimle asılı kalıp aşağıya baktım. Olan biteni hayal meyal, bir sis perdesinin arkasından görebiliyordum. Hayri ağbi, Timur, Şadi ve bilimum kahve sakini., pantalonları indirilmiş, açık kıçlarıyla masalara dayanmışlardı. Sislerin arasında gittikçe daralan görüş deliğim biraz daha yana kaydı ve bu sefer ayakta dolaşan bir tip gördü. Hayri ağbinin yanına gelip arkasında durdu tip ve tahmin edebildiğim kadarıyla şöyle güzelce bafilemeye başladı. Samet’ti bu! SAMET!
“Vay orospu çocuğu!” diye mırıldandım. Sözlerim bana bile zar zor ulaşmıştı.
Götü kaybediyordu bütün kahve. Çaylar! Tabi ya, çaylar!
Samet’in yanında bembeyaz bir topak gördüm sonra. A, evet, bu da koçtu.
Gözlerimi kapattım.
Her şey kabak gibi açılıverdi. Dev boyutlarda fotoğraflar çaktı beynimde.
Samet’i kafama vururken, paraları alırken, çaylara uyuşturucuyu karıştırırken gördüm. Ve tüm bu planın arkasında o vardı. Koç!
“Vay adi pezevenk!”
Bafileyen çocuğa bakarken kıçımın sızladığını hissettim...

DUDAK ÇORBASI

Garın yanında döküntü bir kahveye oturmuş trenin gelmesini bekliyordum. Ama gelince binmeyecektim. Sırf havalı bir giriş olsun diye öyle söyledim. Ha ha ha! Öylesine pinekliyordum işte. İş yoktu ama güç derseniz o vardı. İçimde bir şeyler harmandalı oynuyor, gözlerim çevreyi keserken vel-fecri okuyordu. Beş çay daha içtikten sonra bir şekilde tüymeyi planlıyordum açık ve net söylemek gerekirse. Camdan süzülen yağmura baktığımda aklımın sularla boşalıp gideceğinden korkup hemen başımı başka bir yere çevirdim. Tam burnumun önünde, buram buram ter kokan bir gövde duruyordu.
“Çay içer misin ağbi,” dedi çırak.
Ona baktım. Yüzüme bilmiş bir gülüş yerleştirip. “Yağmur suyundan yaparsanız içerim,” dedim. Morarmış, ablak suratıyla hiç düşünmeden “Hemmen geliyor ağbi,” dedi. Karşılık veremeyeceği için duymazdan gelmişti ibne espriyi. Yürürken arkasından götünün sallanışına baktım sonra. Bunu niye yapmıştım bilmiyorum. Tezgahtaki çaycının kavram karmaşasına düşmüş yüzüyle karşılaşınca ise, hemen başka bir yöne çevirdim kafamı. Hay Allah! Şimdi işin yoksa toparla durumu.
Çekirge gibi sıçradı düşüncelerim. Baktığım yerde, yani iki masa ötemde, camın kenarında üç dört kişi hararetle konuşuyorlardı. Normal bir göz onların tartıştığını sanabilirdi, ancak ben, Mr Tilki, hemmen fırsatların o tatlı kokusunu almıştım. Pos bıyıklı kel kafalı herifin pek bir ateşli göründüğünü müşahade etmem de gelirin yüksek tutarı hakkında bana hoş bir ipucu vermiş ve heyecanımı bir kat daha arttırmıştı. Haydi lan Tipor! Profesyonel yeteneklerini kullanmak için sana bir fırsat çıktı işte. Vücudumu çevirip gözlerimi pos bıyığın yemek artıklarıyla süslenmiş dolgun dudaklarına kilitledim. Dudak okuma çalışmalarım meyvesini verecekti sonunda.
Titreyen, hoplayan, nikotinli dişleri dışarı çıkarıp sonra yine içeriye gömen dudakların beynimde anlamlar yaratmasına izin verdim. Hecelemeler yavaş yavaş kelimeler sonra da cümleler yaratacak ve belki de biz harika bir işi bir grup götlekten daha önce kapma olanağına kavuşacaktık.
“O.nu..ra.ma..lı.sor.”
Ohha! Mal mı? Gözlerim elimde olmadan kısıldı. Dikkatim dört katına çıkarken boğazıma yuvarladığım çayın sıcaklığından etkilenip anırmayı bir başka zamana bıraktı.
“Piç.ler.ya..Ka..köy.de..ki. de.po.Mi.ki.”
Herif sağır dilsiz haberleri sunmuyordu tabi ki. Sadece benim yakalama hızım bu kadardı, kusura kalmayın. Sahaya ısınan deplasmandaki bir futbolcu gibi, izlediğim pelte et birazdan yavaş yavaş kendi dudaklarıma dönüşmeye başlayacak, biraz sabredin..
“Ya.nı.nıza. al.et. alın. On.lar.Erz. .canlı.puş. o.lur.o.bar.bi.is.t.yor. um.”
Koca bir es. Makinist filmi durdurdu. Baş benim tarafıma çevrildi. Önce bir yalanma, sonra bir öpücük.. Nereye bakıyordu acaba? Götü güzeldi ama olası mıydı bu?. Arkamdaki çaycıya öpücük yollayabilir miydi? Yoksa bir gay kahvesi miydi burası? Tam da en heyecanlı yerindeydi lan! Dudak boyutuna kadar kıstığım görüş alanımı genişlettim. Ve pos bıyığın sinirli gözlerini yüzüme diktiğini gördüm. Yanılmıyorsam ve şaşı değilse bana bakmaktaydı alenen.
“Resmen bizi dinliyor orospu çocuğu,” dedi o esnada. Diğerleri de bana doğru çevirdiler kafalarını.
Üstüme alınıp kıçımı tehlikeye atacak halim yoktu. Röntgencilikte yakalanmanın yanaklara yüklediği utanç kırmızısıyla hemen başka bir yere dönüp ıslık çalmaya başladım. O tarafa bakmaya gerek yoktu. 170 derecelik açıda, buğunun içinde oynaşan şekiller bana her şeyi anlatacaktı. Beni uzunca bir süre kestiler, ben soğuk terler dökerken. Ama rolümü iyi oynamıştım. Öylesine gözüm takıldı zannedip yine konuşmalarına döndüklerinde nane limon içmiş gibi bir ferahlama yayıldı göğsüme. Ancak biraz daha beklemeliydim. Pos bıyık kıllanmış olmalıydı. Arada bir gözleri masama kayıyor gibi bir his vardı içimde.
“Ağbi boynun mu tutuldu? İstersen masaj yapabilirim,” dedi çırak.
Başımı elimle ovalayarak ona baktım. Kesin ibneydi bu çırak. İyi yere kapılanmıştı namussuz.
“Yok kardeş, sağol.”
“Çay ister misin ağbi?”
“İsterim isterim, ama mavi olsun, renk körüyüm ben, kahverengiyi mavi algılıyorum.”
“Hemmen geliyor ağbicim.”
Yine cevap vermemiş, geyiğe açılan yolu kapatıp gitmişti. Ama ne gidiş! Davula vuran tokmak gibi.. Tanga giymiş olabilir miydi lan? Peeeh! Patlatacaktı be namussuz, pantalonu. Kafamı sallayıp kendime gelmeye çalıştım. Nooluyordu lan bana? Ve yine o soran, ayıplayan, ağzıma sıçan gözler üstüme çullandı. Bir kez daha utandırmıştı beni çaycı. Ne be ne?! Herkes üstüme geliyordu anasını satayım! Hayır, ben her saldırgan bakışta öyle gözlerimi yere indirip eyvallah diyecek bir korkak değildim. Bunu anlamaları gerekiyordu: Gözkapaklarımı kırpmadan kilitlendim çaycının çipil gözlerine. O da dirayetli bir adama benziyordu. Böyle zamanlarda sonucun ne olacağını kimse bilemezdi. Bakışları yere indiren kaybedeceğini bildiği için sinirlerine hakim olamayıp her an boktan bir laf edebilirdi. Süre uzadıkça hüzünlü bir pişmanlık çökmüştü üstüme. Ve birden B planına geçiverdim. “Adaçayınız var mı ağbi?” diye sordum yalak bir gülümsemeyle. Türüme özgü, refleksiv bir davranıştı bu. Madara olmuştum ama kendime. Kim bilecekti ki bu siktirik yerde yaşanmış utanç verici bir olayı? Kafasını sallayıp “Çay mı yapalım adaçayı mı?” dedi çaycı. “Yok yok, şimdi çay içeyim,” dedim ben de...
Ardından pencereye döndüm. Yağmur damlaları ile hafızamın çocukluk bölümü akıp yeşil çuhaya döküldü. Her an bir başkası üstüne kendi anılarını vurup “Pişti!” diye bağırabilirdi. Soluma kaçtım hemen. Kurtarılmış bölge diyebilir miyiz? Hayır. Orada da cehennem zebanisi gibi bir herif oturmuş, acaba kimi dövebilirim diye çevresini kesiyordu. Radarları beni keşfetmeden gözlerim masamın yeşil çuhasının huzurlu çayırlıklarına tüydü.
“Çayın ağbicim.”
Hoplayan içim mantığım tarafından yine yerine gönderildi. Önüme konan çaya istifimi bozmadan bakmaya çalıştım. Fincanla gelmişti ve yanında bir tek gül duruyordu. Allah Allah yaa!
“Ben vazoda istemedim çayımı kardeş, şöyle ince bellide getirsen ne güzel olurdu be,” dedim.
“Ha ha ha, çok şakacısın ağbi! Bu müessesenin ikramı,” deyip gitti çırak.
Hızlı bir baş hareketiyle tüm kahveyi bir çırpıda taradım. Kamera şakası falan mı yapılıyordu acaba? Bir puştluk vardı ama ne? Neyse bu çayı içip hemen gidecektim buradan. Bedava çay işte.
Yine dudak okuma egzersizlerine dönmeye karar verdim sonra. Bu beni gereksiz kuruntulardan uzaklaştırırdı. Ayrıca gelir getirecek “mal” olgusu hala beynimi kemirmekteydi aç bir kunduz gibi. Harbiyse durumlar, hemen kahveden Hayri ağbileri kapıp beyinlerine inerdik. Ya da Hayri ağbi bana “Siktir git lan salak herif,” deyip kağıt oyununa dönebilirdi. Fakat, denemeye değmez miydi? Evet evet, değerdi.
Çaktırmadan, ağır ağır dönerek harika bir zoomla dudaklara yaklaştım. Beynim Alman denizaltılarını yakalamaya çalışan o cesur şifre çözücülerin, yani yeni dünya düzeni düzücülerinin yalak av köpekleri moduna girmekte zorlanmadı. Ve kodlar kendiliğinden aktılar kahvenin gürültüsüyle kirlenen bilincimin boş yerlerine.
“Yi.ne..ba.kı.yor.lan.bu.ibne!”
Birden ayağa fırladı pos bıyık. Kalbim korkuyla iki do bir la vurdu. Yaşaran gözlerim saf ve masum bir ifadeyle cellatına döndü. Ulan Tipor! Ulan Tipor!
“Ne bakıyon lan yavşak, maymun mu oynuyo burda?” diye bağırdı pos.
“Bana mı dedin ağbi?”
“Kime diycem lan göt, ne gözünü dikip dikip bizi dinliyon orospu çocuğu?”
“Ağbicim, yanlış anladın. Ben hafif şaşıyım ağbi.”
“Yavşağa bak lan, bi de yüzüme bakarak yalan söylüyor. Şimdi niye şaşı diilsin ibnetor?!”
Hah! Bu son küfür çok süper oldu.
“Ağbi, ağbicim, devlet sırrı mı konuşuyosunuz, bu ne hiddet?”
“Dur bırak,” dedi eline yapışan arkadaşına. “Tutmayın lan beni, sikecem bu ibneyi, bırak Haşim bırak, bırak lan!”
Herif tam bir öküzdü. Tutmalarının imkansız olduğu, ayrıca tümünün de böyle bir çaba içerisinde olmadığı aşikardı. Birkaç arkadaşı da ona katılıp benim dövülmem konusunda anlaşmaya vardıklarında ve tutup dışarı çıkarmak için hareketlendiklerinde karşılarına dikilen çaycı beni bir kez daha şaşırtmayı başardı. Öküzün boynundan yakalayıp itivermişti geriye.
“Siktirin gidin lan şurdan, tav etmeyin adamı.”
“Ama ağbi,” dedi öküz.
“Lan, sen hala mı konuşuyon!” dedi güzel götlü çaycı. “Hadi naş naş.”
“Yaa,” diye meramını anlatmaya başlayacaktı ki; kahvenin en dibinde kumar oynayan kan çanağı gözlü adamlar sırayla kafalarını kaldırdı. “Lan siktirin gidin hadi lan!” dedi bıyığı sigaradan kızıla dönmüş bir gözü kapalı bir tip. Sonra yine oyuna döndüler. Ama bir kulaklarının verilecek cevapta olduğu belliydi. Minimal hareketlerle kıpırdanmışlardı uyuşmuş götlerini kavgaya hazırlayarak.
Ben mi ne yapıyordum o sırada. Tam bir uslu çocuk portresi çizerek, büyümüş şaşkın gözlerimle çevreye bakınıyor, “ne yaptım ki ben,” sinyalleri yolluyordum her yere.
“Tamam be tamam,” dedi öküz başını yere eğerek. “Gelin çocuklar.”
Ve garip bir şekilde, iki kelime edemeden raconları yerlerde sürünerek çekip gittiler. Hay anasını. Ne yere düşmüştüm ama. Öküz aleyhisselam bile gıkını çıkaramadığına göre buranın sahipleri kaç kişinin götünden kan almıştı. Bir de buraya madik atma peşindeydim. İçtiğim çaylar ve yediğim tostların üstüne kocaman bir yutkundum. Nah para takardım ben buraya.
Bana dönüp “Sen bakma onlara ağbi,” dedi çaycı. “Rahatına bak, burada kılına kimse dokunamaz senin.”
Ve kıçını sallaya sallaya tuvaletin oraya yürüdü ben “Sağol,” derken. Öfff! İskemleden aşağı düşmemek için masaya tutundum. Sert sert baktı bana çaycı...
----------------------

Bir Reklam
Bacakları olmayan 20 yaşlarında şişko ve ağlamık suratlı bir kız bir ağacın dalına oturtulmuştur. Sanat yönetimi gerçekten takdire şayandır. Kızın aşağısına elbise olarak kısa bir etek giydirilmiş ve altına, (galiba belinden tutturulmuş) şuursuzca bir külotlu çorap geçirilmiştir. Bu arada kurnaz, çakal yönetmen yan tarafa yerleştirttiği vantilatörlerle tatlı bir rüzgar efekti elde etmekte, kızın bacaksız külotlu çorapları rüzgarda salınmakta, üstüne koyduğu viyolonsel ağırlıklı duyarlı müzikle de eşeğin şeyine su kaçmaktadır. Her şey çok dramatiktir. Kızın gözlerinden de bir damla yaş süzülür. Biz efendim, reklamın ne kadar büyük bir puştluk olduğunu bildiğimizden etkilenmediğimizi iyicene gözlerine sokmak için şeyimizi kaşırken terbiyesiz bir kahkaha patlatırız. Ama seyirci ağlar. Böylesine bir hüzün ve acıma duygusuyla herhalde kötürümler bile bu külotlu çorabı kapışacaklardır.
Slogan: Bazıları çorabı kafasına takıyor. Bizim tercihimiz kıçımızdır. Yuppiii!
-----------------------

Sonuçta, optimist bir bakışla, kahvede, kapanışa kadar keyfim kekaydı. Her türlü zevki yaşayabilir sonra da; şekilli bir kaçış planı bulamazsam dayağımı yer geçerdim. Artık yağmura bakabiliyordum. Bazen kıçımın yerini değiştirmesem iskemleye yapışacağından korkmaya başlamıştım bu sefer de. Boş boş oturmaktan sıkılmayan bir yapıya sahiptim aslında. Ancak askeriyede üretilmiş, boş kalan adamın beyni puştluğa işler savını değiştirecek güçte bir karakterim de yoktu.
Şimdi de bir başka masa seçmiş, yine dudak okuma seanslarına vermiştim kendimi. Tek dikkat etmem gereken yerin kumarbazlar masası olduğunu biliyordum. Kahveye on dakika kadar önce teşrif etmiş iki yabancıyı seçmiştim ben de. Boktan tipleri vardı. Benim karşıma oturmuş herifin tam bir takoz olduğu, kodu mu oturtacağı açıkça ortadaydı. Kıllı, dikdörtgen kafasındaki çizgiye benzeyen ağzıyla çok bilmişçesine konuşup duruyordu. İç sesimi susturup zoomla yaklaştım. Şimdi kaydetmeliydim, sonra bol bol düşünecek zaman bulabilirdim.
“Kar.de..şim.be.nim..İs.te.di..ka.rı.ol.sun.”
Aha, ne demek, hepimizin istediği karı! Konuşan tipin arkadaşı azmış, bunu anlayabiliyorum.
“Be.nim. A.sel..var..Ha.di.ka.k.o.na.git..Ta.bi. o.lum. Bi.şe. de.mez. A.ıp et.tin.Ta.cet.tin.in.ar.ka.ım.de”
Diyor ki bir sevgilisi var, kendisi de ağır bir tip olduğu için onu kırmayacak bir sevgili bu. Hımm, ilginç!
“Ba.kır.a.ç yok.uş.var.ya. no.14.üç.cü..kat. Yok.be..lum, bi.. şey.de.se.be.ni..ara...”
Hemen ayağa fırladım. Öğreneceğimi öğrenmiştim, daha fazla derse ihtiyacım yoktu. Masanın üstünde çakmağımı bırakarak kapıya yöneldim.
“Hayrola, nereye gidiyorsun?” diye sordu çaycı.
“Sigara alıp geliyorum hemen koçum,” diye cevapladım. Altın dişi birden ortalığa serildi. Kesik kesik ışıldayarak güle güle dedi bana.
Soğuk olduğu kadar bir de ıslak olan havanın içinde neşeli kulaçlar atarak ilerledim. Bu kadar kolay olabileceğini düşünmemiştim her şeyin. Bir karı kazanırken; bir mont ve bir çakmak kaybetmiştim sadece. O da şimdilik
ay başında annemden parayı çarpar, gelip geri alırdım. Di mi ya. Evet, kesinlikle öyle...
--------------------------

Gözlerime inanamıyordum. Açılan kapının arkasında bir huri duruyordu. Kızıla boyattığı ekleme saçları, boyaya batmış suratı ve o bembeyaz tavuk etleriyle ısır beni, tekmele beni diye bağırıyordu. İşin gerçeği böylesini ummamıştım ben. Daha falafoş bir karı beklerken karşıma çıkan bu yavru içimdeki fay hattını kırıp güçlü bir ihtiras depremi oluştumuştu.
“Buyur koçum, kimi aramıştın?” dedi kart sesiyle.
“Seni aradım Aysel, kimi arıycam?” diye cevapladım gülerek. Şeylerimin zonklaması bana ayrı bir pişkinlik veriyordu. Gözlerini kısarak, dudaklarını kemirerek inceledi beni. Şuh karıydı be!
“Sen de kimsin lan dallama!” dedi hırıldayarak. Sigarayı biraz azaltması gerekiyordu ama.
“Beni Tacettin ağbi gönderdi. İlgileneceğini söyledi,” dedim.
“Hadi yaa?” dedi inanmıyormuş gibi. Aynı zamanda kontrol altında olduğumu, ayaktan kulağa kadar süzüldüğümü de hissedebiliyordum.
“Hı hı!”
“Niye göndersin seni Tacettin?”
Aptala yatıyordu herhalde.
“Bakın hanfendi, şeylerim patlamak üzere, bir çabuk konuya girsek, yoksa Tacettin ağbiyi aramak zorunda kalacağım,” dedim. Üzerimden büyük bir yük kalkmıştı.
“Oha!” dedi.
Gülerek durdum.
O da güldü sonra. “Geç içeri, geç,” dedi. “Tacuşun her gönderdiği adamı almam ama sende tatlı bir hava var. Ha ha. Ne de şirin patlak gözlerin var senin öyle ayol. Ha ha!.”
Yalan söylüyordu. Tacuş’un tipini görmüştüm. Öyle otorite boşluğuna izin verecek bir tip değildi. Ama karı çatlaksa o başkaydı tabi. Deli karıların ne yapacağı belli olmazdı.
Taşaklarımı avuçlayıp tarttı birden.
“Aaa! Noolmuş ayol bunlar. Ay balon gibi, dikkat et uçacaksın ayol. Ha ha haayt!”
Birden üstüne atlayıp yere yıktım. Gözüm dönmüştü. Bacak boyun, göğüs, dudaklarıma neresi gelirse orayı öpüyordum. Aysel ise altımda kıkırdayıp sürüne sürüne yatak odasına kaçmaya çalışıyordu.
“Dur kız, Allah iyiliğini versin. Dur manyak. Aaa!”
“Gel buraya, gel buraya,” diye bağırdım. Bir türlü tutamıyordum altımdan kayan kadını. Halının üstünde, bacaklarından yakalayıp sabitlemek için büyük bir uğraş veriyor, yüzüstü çenemi alnımı sürtüp kanatarak sürükleniyordum.
“Ay ne azgınmışsın sen ayol. Tacuşu da sikersin sen kız ha ha haayt!”
Debelene debelene, yerde yılanlar gibi kıvrılarak yatağa ulaştık. Yorgana bastırarak kaldırdı kendini. Yüzü değişmiş, tamamiyle vahşi bir seksle dolmuştu. Ciddi ciddi soluyarak baktı bana. Yuvarlanarak tahrik oluyordu demek ki... Ayağa kalktım. Öylece, hiçbir isteğim kalmayarak yüzüne baktım. Ne olduğunu anlayamamıştı. Sonra benimle birlikte başını eğdi ve önümde oluşan ıslaklığa baktı büyüyen gözbebekleriyle. Yerde sürtünerek ilerlerken dayanamayıp boşalmıştım.
“Pıfff, ay bu ne?” diye patladı. Aksıra tıksıra gülüyordu ben suçlu ilkokul çocukları utangaçlığımla durup ikide bir sıkıntıyla bacak değiştirirken. “Eve kadar nasıl dayandın sen ayol?”
Ya işi pişkinliğe verecektim ya da kaçıp gidecektim oradan. “Sende bal, yağ, ekmek falan var mı be Aysel? Yarım saatte hemen toparlarım kendimi.”
“Kız, istediğini aldın işte, daha ne yapcaz, hadi canım hadi, Tacuş’a da selam söyle.”
Dumur olmuştum. Çatılan kaşlarımla şaşarak sordum.
“Şaka yapıyorsun herhalde değil mi?”
Birden patladı.
“Ay, hah hah ha! Ne şirin şeysin sen be. Gel uzan, dinlen biraz, ben de sana bir şeyler hazırlayayım. İyi ki geldin kız, patlıyordum sıkıntıdan.”
Tam gülerek hoş bir karşılık vermeye çalışacaktım ki ansızın donuverdi sırıtma provam.
Zırrrr!
O da ne? Birisi gelmişti. Kapıda duran gizemli bir kişilik. Kim olabilir? Hay anasını. Bu o, Tacettin’in karşısındaki.. Ayıya bak. Bu kadar mı çabuk kalkılıp gelinir, iki sohbet etsene yavşak! Ben düşünene kadar kapıyı açmıştı bile Aysel.
“Merhaba!” diye odaya daldı kalın, boğuk bir ses.
“Merhaba,” dedi Aysel meraklı bir tonda.
“Tacettin abinin selamı var ablacım. Senin bana şey dedi, o dedi, sen merak etme dedi.”
“Nee? Tacettin bi de seni mi gönderdi? Kafayı mı yedi lan bu herif?”
Aysel’in içi boca edilen gazoz gibi köpürmeye başlamıştı. Odanın kapısına yaklaşıp iyice verdim kulağımı.
“Heee, beni gönderdi kurban. Sen dedi, şey yaparmışın dedi.”
“Ay sus, hadi bakalım ikile şurdan. Söyle Tacettin ağbine de, bir günde iki kişi çok fazla. Yok efendim, yol geçen hanı değil burası. Aaa, daha neler!”
“Tacettin ağbi dedi ki, şey yapmazsa beni ara dedi. Diyeceğim o ki, ayıp ediyosun, şey istemem yani, sonra üzülürsün, ben istemem anadın mı.”
“Aaaa, deliye bak ayol. Bari askerlik arkadaşlarının hepsini toparlasın, tümen olarak göndersin. Çekil şurdan, cinlerimi tepeme sıçratma benim!.”
Dank!
Herif daha elini koyamadan suratına kapanıvermişti kapı. Oda kapısının arkasından fırlayıp hemen gözetleme deliğine yapıştım.
“Şu işe bak be. Hey, sen rahat ol şekerim? Şu Tacettin ağbinizin de bir gün götünü siktirecem ya ne zaman. Naapıyon ayol sen, gel hadi, sana kızmadım.”
“Bir dakka Aysel’cim,” diye fısıldadım. “Bir dakka tatlım. Şu herif bi pislik yapar mı diye bakıyorum.”
“Naapçakmış lan, her tarafı pislik olsa ne yazar.,” diye başlayan tehdit diyaloglarıyla pek ilgilenmedim. Benim kıçım harbiden tehlikedeydi. Dallama kapının önünde durmuş Tacettin’i arıyordu cep telefonundan. İyice gömdüm kulağımı kapıya.
“Tacettin ağbi, merhaba ağbi, şu senin karı beni evden attı ağbi. Hı, yok ağbi söyledim.. Ağbi, yok bi yamuk olmadı yaa. Karı sapıtık. Bi de şey diyor ağbi, sen bi herif daha yollamışsın, o da içerdeymiş ağbi. Ağbi be, beni maymun ettin be! Ne? Sen göndermedin mi? Haaa! Tamam ağbi, kapıda bekliyorum ağbi.”
Allaaah!
“Ne diyo, duydun mu kıroyu?” diye sordu Aysel.
“Yok bir şey tatlım kıymatlım,” diye cevapladım hemen. “Herif boyunun ölçüsünü almış, gidecek gibi duruyor, hadi sen git bir şeyler hazırla güzeller güzeli.”
Gülerek yanaklarımı sıktı.
“Ay sen nerden çıktın böyle, ay ısıracağım şimdi. Ayı Tacuş’un arkadaşlarının hepsi öküz gibi olur, bi de şuna bak, seni şirin şey seni!”
Beni iyice bir yoğurup şımartarak mutfağa doğru yollandı. Donuna deterjan koysa yürürken tüm giysilerini yıkayabilirdi. Giderken mutlaka bir kez dönüp bakacağını biliyordum. Bekledim ve döndü.
“Ayy, tatlım benim,” deyip devam edince fırlayıp odaya koştum. Hemen cep telefonunu bulmalıydım. Tacettin aramak üzere olmalıydı. Odanın içini atmaca gibi tarayıp, oraya buraya atılmış öteberiyi havalara sallayarak her yere baktım. Sonra yan odaya fırladım. İşte orada, pencerenin kenarında duruyordu. Saniyede dört adım atarak ilerlerken çalmaya başladı. Koşup elime aldım ve kapattım. Ohh be!
“Cebim mi çaldı?”
“Hayır Ayselcim, benimkine mesaj geldi. İkimizin melodisi aynıymış, şansa bak.”
“Zeytin de ister misin.”
“İstemez miyim gülüm!”
Ve hatırlıyorum da, garip bir şekilde kendimi aptal yerine koydum ardından. Sonuçta normal bir adamı yapacağı tek bir şey vardı. Kapıyı açıp adamı ittirerek koşturup kaçmak. Fakat ben; ne düşünmüştüm, ne ummuştum bilmiyorum ama Tacettin’in o kadar yolu alıp buraya geleceğini zannetmiyordum nedense. Evet, şaşacaksınız ve gerçekten çok saçma: Bir kuku için kendimi böyle avanakça kandırmıştım işte.
------------------

Diyeceğim hiçbir şey yoktu. Elinden geleni yapmıştı kız. İşi bilmediğini kimse söyleyemezdi. Hani ölüyü diriltecek cinstendi ama benim halimi de düşünün. Kapının önünde bir herif nöbet tutuyordu. Takoz üstü bir yaratık da olayı algılayıp beni balkondan aşağı atmak için her an bir adım daha yaklaşıyor olabilirdi eve...
“Neyin var tatlım. Şu ibne moralini mi bozdu senin?” diye sordu Aysel.
“Hee ya,” diye cevap verdim. İçeri kaçacakmış gibi duran bülüğümle sıkıntı dolu bir pozda durmaktaydım. “Konsantre mi bıraktılar be! Zili de çalıp duruyor yavşak.”
“Ben senin yerinde olsam çıkıp bi güzel pataklarım herifçioğlunu,” dedi Aysel.
Haydaa!
“Yapardım, kimse elimden alamazdı ama Tacettin ağbiye ayıp olmasın diye bekliyorum,” dedim.
“Tacuş’u ara o zaman. Çözsün işi, biz de rahatlayalım biraz şekerim.”
“Arardım da, bugün çok önemli bir toplantısı var onun, böyle bir iş için rahatsız etmek ayıp olmaz mı?”
“Haklısın hayatım, boşveer.”
“Boşver de mahçup olduk sana karşı, onu naapçaz?” Dert bir anda inivermişti üstüme. “Offff! Hay sikiyim yaa.” Kıza 18 nolu mahzun bakışımı attım. Rolümü iyi oynar, kendimi acındırırsam daha sonra yine uğrama şansını ele geçirecektim. Kritik anlardı bunlar. Sonra yine yaklaşan köpekbalığı tehlikesi geldi aklıma tüylerimi ürperterek. Aklım dağılmıştı. Ama karşımdaki kızın acımak ya da tırsmak gibi şeylerle pek ilgisi yok gibi görünüyordu. Bir kez daha beyaz boynunu ileri uzatıp boynuma bir öpücük koydu ve geri çekilip o panter ışıltıları saçan, erotik bakışlarını üstüme saldı.
“Şimdi sana öyle bir numara yapacam ki aklın şaşacak,” dedi sonra.
Acayip meraklanmış, tüm korkularımı unutmuştum. Siz de merak ettiniz değil mi? Ama reklamdan sonra. Ha ha ha.
-----------------------

Bir Reklam
Adam yolda yürürken ikide bir saatine bakmaktadır. Deriz ki, bu adamın bir beklentisi var. O yürür. Yine saate bakar. Saatin kadranı gösterilir. Tik tak tik tak işlemektedir. Adamın yüzü. Ciddiyetten buruşmuş durumda. Bir daha bakar saate. Nedir acaba bu kadar önemli olan iş? Saatin işleyişi. Oniki’ye on saniye var. Adamın yüzü. Gözleri, gözbebekleri. Saat, yelkovanın ilerleyişi., onikiye bir saniye kalışı. Adamın hızla yürüyüşü. Ve oniki. Birden patlar saat. Adamın etleri duvarlara, yola saçılır. Birkaç kişinin suratı kan olmuştur. Başka ölenler, kolu bacağı kopup birbirine istemeden yumruk tekme sallayanlar vardır. Kamera sinsice yaklaşır ve yerde duran gözü gösterir. Sonra gözü kadrajın içinde bırakmaya özen göstererek döner ve adamın hala yerdeki saate bakmakta olduğunu gösterir. Benim de idealistik romantizm kırıntılarından çişim gelir...
Slogan: Sıçarken zamanı durduramayacağınıza göre yanınıza kitap alın.
------------------------

Nerde kalmıştık? Haaa, sonra kapı çaldı işte, ben giyindiğim için hazırlıklıydım. Sonra adam bana şöyle dedi. He he he. Meraktan ölüyorsunuz değil mi? Şaka şaka. Hevesinizi kursağınızda bırakmak benim gibi sorumlu bir yazara yakışmaz. Veee, karşınızdaaa, Ayseeeeel!!! (taratataaaaaan!)
Göğsünü parmakları arasında leblebi gibi ezerken olağanüstü bir tokat patlattı kendine Aysel. Dili kerpetenle sökülmüş gibi bakıyor, sadece gözlerindeki ihtiras dolu pırıltılarla konuşuyordu. Uzanıp kemeri aldı sonra. Kendini kırbaçlarken dilini dudaklarında dolaştırdı. Acı yaşları yanaklarına süzülürken aynı zamanda gülmeye de çalışıyordu.
Dimdik olmuştum. Küçük Tipor uzaya gitmeye hazır gibi duruyordu. Yüzünde utangaç ve çektiği acılarla manevi olgunluğa ulaştığını belirten bir ifadeyle yanıma geldi.
“İşe yaradı ha, Allahsız seni. Ha ha! Hadi biraz da sen vur. Elini korkak alıştırma.”
Ayağa kalkıp bir yumruğumu sıktım. Tatlı beyaz vücutta hedefi aramaya başladım ve bir anda mutsuz sonu haber veren zil ve akabinde peşinden gelen böğürmeyle Küçük Tipor’u da vahşi dürtülerimi de sıkıntılı bir tatile gönderdim.
ZIRR!
“Ayseeeel! Aç lan kapıyı. Ayseeel! Kırdırtma lan bana kapıyı, aç dedim.”
Aysel gülerek bana baktı.
“Giyin istersen,” dedi. “Seni Tacuş gönderdi ama böyle görürse hoş olmaz.”
Ben onu duymuyordum ki. Boşuna konuşuyordu. Ayvayı çekirdekleriyle falan yutup yemiştim bile. Dizlerim tir tir titriyordu ve yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Giyinip güm güm vurulan kapıya rahat ve emin hareketlerle ilerlerken de durduramadım tabi. Ne de olsa Tacettin takozunun dostu değil miydim ben?. Hay anasını! O takoz da bir dost olarak beni çiğneyecekti az sonra. Konuşmaları işte tam bu anda ulaştı zihnime. Ne demişti? Giyin. Evet giyin demişti. Doğru, çıplaktım. Hemen ayağa fırlayıp giysilerimi aranmaya başladım. Ve inanılmaz gerçek bana inan diye bağırırken ve tam da Aysel kapıyı açmışken, az önce içeri geçelim dediğini, giyeceklerimin böylece yan odada kaldığını hatırladım. Hassiktir! Odanın içinde maymun gibi zıplıyor, ne yapacağımı düşünüyordum. Çarşaf! Tabi ya. Çarşafı üstüme dolayıp hemen pencereye koştum. Yarım metre aşağıda duran çıkıntıya çıplak ayaklarımı yerleştirip yan tarafa doğru kayarken aşağıdaki kalabalığın beni olduğum gibi kabul edip etmeyeceğini düşünüyordum. Bu arada dikkatli de olmalıydım. Çıkıntı osurma ya da aksırmaya izin vermeyecek kadar dardı. Allahtan daha o yaygaracı sokak insanları tarafından teşhis edilmemiştim. İnşallah Aysel etraftaki giysiler konusunda bir açıklama yolu bulur da beni kurtarır derken onun sesi doldu kulaklarıma.
“Aaa, buraya çıkmış işte!. Gel Tacettin. Bak. Senin bu arkadaş da az manyak değilmiş ha!”
Oraya bakmamaya çalışırken seslerden iki takozun kafalarının dışarıya uzandığını anladım.
“İşte burda Tacettin ağbi. Ağzına sıçtımının yavşağı kuş gibi buraya tünemiş,” dedi birisi. Bu abaza horozdu herhalde.
“Hişt, bilader!”
Sokağı izlemeye devam ediyordum. Ne desem havada kalacaktı. Üstüme doğru uzanan eli farkedip biraz yana kaydım.
“Hişt, baksana oğlum, naapıyorsun lan orda?”
Cevap vermemeye kararlıydım.
“Bu senin canconun değil mi şimdi Tacuş,” dedi Aysel.
“Yok lan, ne canconu, ilk defa görüyorum ebesini siktiminin adamını,” diye cevapladı Tacuş.
“Ay Tacuş, bırak gitsin hadi. Çok şirin bi çocuk, noolur korkutma onu. Hey, gelsene, Tacuş bi şey yapmayacak sana. Di mi aşkım?”
“Lan git! Şimdi çarpacam ağzına bak. Sok bakayım sen başını içeri. Çok şirinmiş. Alla allaaa!”
“Ağbi süpürge getireyim mi?”
“Hee, getir.. Hişt bilader, gel buraya da bi konuşalım. Hiç bi şeycik yapmıycam bak, sadece konuşacaz.”
Kırmızı, ıslak, kapana kısılmış bir farenin öfkesine sahip gözlerimle ona döndüm.
“Yok yaa. Salak mıyım ben be? Sen dışarı çık ben de çıkıp gidecem söz. Yoksa polisi çağırım bak.”
Takoz yüzü daha da kararmış, iyice psikopata sarmıştı. Yumuşak davranmaya çalışması Frankeştayn’ın Miki fare taklidi yapmasına benziyordu.
“Bilader, akıllı ol lan. Polis çağırcan da noolcak. Eve zorla girme, tecavüz falan her türlü suçtan hapislerde sürünecen. Ama şuraya gelirsen sadece benden dayak yiyecen. Bak söz kırmıycam bir yerlerini. Temiz mariz olacak, merak etme.”
Öfkelenmiştim. “Gelmiyom bilader,” diye bağırdım. “Tamam, polisi çağıramam ama, gerekirse iki gün dururum burada.”
“Getirdim Tacettin ağbi,” dedi yalaka.
“Hah!”
Çıkıntının sonuna kadar kaymıştım. Daha fazla gidecek yerim yoktu. Pat diye oturdu yüzüme süpürge. Acıyla bükülünce öne doğru gidip zar zor toparladım kendimi. Yer üçüncü kata doğru yükselip yine yerine oturmuştu. Düşmediğim için dua edecekken bir darbe daha yedim. Kollarımı yüzüme siper ettim hemen. Dayanmalıydım. Ancak ben yüze set çekince o ibne mideme, taşaklarıma, bacaklarıma geçiriyordu. Pat, küt, pat!
“Gel buraya diyorum oğlum. Yoksa aşağa düşecen. Ihh! Gel. Değer mi lan bi marizden kaçcan diye?”
Cevap vermeyip domuz gibi durdum yerimde.
“Ağbi bak ne buldum!”
Merak hemen sarıverdi beynimi, döndüm ama içeride konuşuyorlardı ve bulunan nesneden hiçbir iz yoktu. Neydi acaba? Hay Allah yaa!
“Ana! Yaşa lan. Nerden buldun bunu?”
“Aysel abla verdi ağbi, sen getirmişsin. Kuş falan avlıyormuşsun burdan.”
“Haa, doğru ya, ben getirdim tabi lan. İşte şimdi siktik şu piçin götünü.”
Kafayı yiyecektim. Pencereye diktiğim pörtlemiş gözlerimi kırpmamaktan gözyaşları sokağa çeşme gibi akmaya başlamıştı ki Tacuş’un sevimli orangutan suratı dışarı fırladı.
“Naaber lan piç? Orada havalar nasıl?”
Konuşmadım. Benim beklediğim o çirkin surat değil, ellerle ortaya çıkacak o gizemli nesneydi. Ve dışarı fırladı ağır çekimde. Bir sapan! Bir sapandı bu. Hem de çelik bilyeler atan bir sapan.
“Tacettin ağbi,” dedim alttan alır bir tonda. “Düşersem katil olursun bak, istediğin bu mu?”
“Ben niye katil olacam lan amcık?” dedi. “Sen gelip tecavüze yeltenmişsin, biz gelince kaçayım deyip aşağı düşmüssün. Olay bu.”
“Yaa, ne gerek var bunlara ağbi yaa,” diye bağırdım. Nerdeyse ağlayacaktım. “Ona buna siktiriyon zaten karıyı, bi de ben yapsam noolcak yaa?!”
“Koçum, gel buraya diyom gelmiyosun.. Ha? Gel o zaman. Dayağını ye, siktir git. Madem karı sikmeyi biliyon, dayak yemeyi de bil.”
İki herifin acımasız yüzleri ve bileklerindeki vuruş güçlerini analiz eden beynim korkunun mantığın ötesine geçmesine izin verdi ve bana hiç sormadan cevabı yapıştırdı: “Iıh, gelmiycem.” Ateş etmeyeceğinden emindim. Blöf yapıyordu.
“Vur ağbi şunu,” dedi abaza. “Bütün günümüzün içine sıçtı piç, vur gitsin.”
Yan gözle, korkutayım da Tacuş’u doldurmasın diye baktığımda sapanın havaya kalktığını gördüm. Son lafım “Bokunu yiyim ağbi,” olmuştu. Bilye çaat diye yüzümü korumak için kaldırdığım koluma vurmuş, yaşlar fıskiye gibi fışkırmıştı gözlerimden. Can acısıyla uyuşan ve zangır zangır titreyen vücudum ise ismi lazım olmayan bazı ibneleri şaşırtarak çıkıntının üstünde kalmayı başarmıştı. “Ahiaehieee,” diye böğürüyor acıyı bir nebze olsun azaltmaya çalışıyordum.
“Düşmedi ağbi.”
“Şansına kolunu koydu yavşak.”
“Ağbi, durun, naapıyorsunuz?” dedim ve kolumun jokey aralığından ortamı kestim. Sapan yine havaya kalkmış iniyor, yükseliyor, beni kroke edecek bir boşluk bulmaya çalışıyordu. Başım yine siperine kaçtı ve bir bacağım belki midemi korur diye havaya kalktı. Leylek pozisyonunda üçüncü katta dikilirken yeni bir bilyeye pek de hazırlıklı görünmüyordum açıkçası. Aşağıda trafik sıkışmıştı herhalde. Klaksonlar ötüyor, insanlar bağırıyordu.
“Ağbi durun geliyorum, tamam ağbi, dayağa hazırım,” cümlem böylece havada dağılıp gitti, gerekli mercilere ulaşmadı.
Haşırt diye girdi bilye yandan göğüs boşluğuma. Acı bir yüzbaşının otoritesiyle gözyaşı bezlerime, refleksiv kaslarıma, ağlaşmaya açık ağzıma emirler verirken artık havada olduğumu farkettim. Çarşaf açılıp daha ağır olan bedenimin serbest düşüşünü izlemek için yukarıda asılı kalınca aşağıya baktım. Hızla yaklaşan beton o şişko dudaklarını tiksindirici bir edepsizlikle açmış, yanına ulaşmamı bekliyordu. Film şeridi neredeydi? Yönetmen yayına hazırlıksız mı yakalanmıştı? Uçuşum devam etti. Ve adamı gördüm. Tam altımdaydı. Yaşlı, ortası kel kafalı, titreyerek ama sabırla arabaların geçmesini bekleyen bir adam. Mucizevi bir sapma yaşanmazsa üstüne düşüp onu da öbür dünyaya götürecek gibi görünüyordum. O an hiçbir zaman aklıma bile getirmediğim bir vicdan tortusu bilinçüstüne çıkıp benliğimi dürttü.
“Amcaa, amcaa, çekil oradaaan. Dikkat et amcaaa, çekiiil!”
Iıh! Hayatımda ilk kez gerçek bir iyilik yapayım demiş ama ihtiyarın kulağının kenarından sarkan, trafik gürültüsünden etkilenirim diye takmadığı cihazıyla tescilli sağırlığını es geçmiştim.
Ve güldüm. Dolu dolu, kıkır kıkır. Çırılçıplak bir ihtiyarın üstüne düşüyordum. Annem gazetelerde bu manzarayı görüp kalp krizi geçirecek, arkadaşlar “Tipor’da da bir sapıklık vardı zaten,” diyeceklerdi. Ha ha haa haaa!
-----------------------------------------------------------------------------------



Ara Lakırdı: Bir karı götürcez diye örselenmiş, tepizlenmiş, hakarete uğramış ve tüm bunlar yetmezmiş gibi üçüncü kattan da aşağı atılmıştım. Orada, karşıya geçmek için bekleyen bunağa “Amca, çekil ordan, hişşt,” falan diye boşuna bağırmıştım, çünkü o kulaklığından da anladığım kadarıyla sağırdı. İşte böylesine bedbaht ve çaresiz bir durumda, obez bir kuş gibi uçarken size başka bir hikaye anlatmak istiyorum. Diyeceksiniz ki niye. Sebebini sonra anlarsınız. Araya hep reklam mı alıcaz, bir de hikaye alalım...
-----------------------------------------------------------------------------------

Hasan Dalkaç sonunda iflas etmişti. Ah ulan ahh! Şu Nejat’a kaptırdığı paracıklar olsa, belki bir şeyleri düzeltebilirdi ama yer yarılmış da içine girmişti sanki herif. İntikam duyguları da artık yerini bezginliğe ve üzüntüye bırakmış bulunuyordu aslında. Yapacağı tek bir şey vardı. Karısına, kardeşine, köydeki akrabalarına durumu açıklayacak ve her şeye yeni baştan başlayacaktı. Onca yıl çöpe atılmış, bir çöp arabasının arkasında uzaklaşıp gitmişti. Kilit vurduğu dükkanına son bir kez bakıp kendini kahır içinde sokaklara atalı anca bir saat olmuştu. Hemen bir tektekçiye yuvarlanmıştı ilkönce. Şimdiyse dört birayı arka arkaya yuvarlamanın verdiği yalpalama gücüyle şehrin karamsar dalgalarının içinde yalnız bir taka gibi umarsızca süzülüyordu.
-----------------------

Bir Reklam
Yeni çıkan bir çukulata markası tüketiciye test ettirilmektedir. Kamera vızır vızır döner oyunculuk sergilemeye çalışan gerzek figüranlar arasında. Hepsi de kendilerini göstermek için türlü maymunluklar yapmaktadırlar. Yeni çukulatanın kabını seksi bir şekilde ısırarak açmak isteyen bir karı ağzını yırtar ama akan kanlara aldırmadan o yapay gülüşle “Mmmm, çok tatlı, ne hoş!” der mesela. Bir tip çiğnemeden yutup karnından konuşur. “Sağol Corc, istersen ben de dünkü yemeklerden göndereyim sana.” Ha ha ha. Kameraman karnın içindekini çekmek isteyince amatör vantrolog ürküp kaçar. Yaşlı bir teyze çukulatayı kulağına sokup çıkarır ve “Artık duyuyorum, duyuyorum,” diye bağırır. Seksi kızlar havuza dalıp tabanına oturtulmuş çukulataların üstüne otururlar. Ve topluluk gösterilir. Herkes aynı anda lezzetli çukulatayı dişleyip bir güzel çiğnerler.
Ve birden ekrana ikide bir gülen yöneticiler gelir. (gizli kamera olabilir mi?) Gizli mikrofon da vardır ki aralarındaki konuşmalar duyulabilmektedir: “İnanamıyorum, resmen boku yediriyoruz insanlara yaa. Yüzyılın eşek şakası bu. Ha ha ha,” der yaşlı, iyi giyimli, bronz suratlı pislik. Hepsi gülerler. Kamera alt açıya indiğinde hepsinin aslında lazımlıklara oturduğu görülür. Reklam elele tutuşup osurduklarında biter.
Slogan: Bana çukulata ver sana bir koyu(n)vereyim.
-----------------------

Nejat hediyelik bileziklerin sarı pırıltılarıyla süslenerek sevimli sevimli gülümsemekteydi kuyumcuya. Yine o şeytan tüyünü ve ibnemsi çekiciliğini takınmıştı yavşak. Elindeki altın burma bileziği iyice bir evirip çevirdikten sonra “Hımm,” diye düşünüyormuş gibi yaptı. İyi hesaplanmış mükemmel bir es.
Ve “Al kardeş,” diye 100 Euro’yu kararlı bir hareketle vuruverdi tezgaha. “Artık sen de yap biraz kıyak canım. Yüz öro bu, boru mu be ağbicim. Bu paraları kazanmak için kıçımız çatlıyor bizim. Karıya alsam neyse. Bizim suratsız baldızın yaşgünü de ondan yani.”
Başını salladı sinirli kuyumcu.
“Alma kardeşim baldızınsa, git terlik al çorap al. Yazık değil mi parana?”
“Aman be usta yaa. Amma yokuşa sürdün işi ha! Satmıycaksan satmıycam de. Naapalım, veremiyom arkadaş ben o parayı. Sanki yüzde elli indirim istiyoruz senden de haa.”
Nejat klas hareketlerine blöfünü yedirerek paraya uzandığında kuyumcu, aslında yumuşarken hala ters rolü yapan sesiyle konuştu.
“Tamam tamam, siftahımız olsun bari,” deyip geri çekti parayı. Sonra malı poşete koyup Nejat’ın bembeyaz, yıpranmamış sahtekar ellerine bıraktı. Döndü Nejat, kapıya doğru bir iki adım attı ve duymamak için dua ettiği o sesle; haklıların, dürüstlerin tok sesiyle sarsılarak kalakaldı.
“Hooop, arkadaşım, bi baksana buraya,” dedi kuyumcu.
Ağırdan dönerek ve sahtekar gözlerine tatlı, masum bir ifade vererek kuyumcuya baktı Nejat.
“Nooldu hocam?”
Kısılmış, şüpheye boğulmuş gözlerini paradan kaldırıp yine müşterisine baktı kuyumcu.
“Daha noolcak arkadaşım, bak Atatürk resmi var bu euro’nun üstünde!”
Hoppalaaa!
Nejat duyduklarına inanamıyormuş gibi hızla yaklaştı tezgaha, parayı kapıp kaldırdı ve şaşkınlık içinde bağırdı.
“Orospu çocukları, Allahını kitaplarını., pardon ağbi. Nasıl yaptılar lan bunu bana, nasıl?” Gözlerinde yaş odun parçaları yanıyor, kuyumcunun telefona giden elini kesecek bir oyunculuk parçalıyordu. “Hocam, benim hemen koşturup, kaçmadan yakalamam lazım bu ibneleri.”
Kuyumcu elini kaldırdı, bir şey söyleyecekti ki hemen susturuldu panik içindeki müşterisi tarafından.
“Yanıyor hocam, içim yanıyor.. 100 euro bu hocam. Al şu paketini., sen de polisi ara. Levis’ın yanındaki manifaturacıda çarpıldığımı söyle. Allahaşkına çabuk ol.”
İçinde manifaturacı, Euro, Atatürk gibi kavramların dansettiği kafasını düz tutmaya ve mantıklı bir şeyler yapmaya çalışan kuyumcuyu orada bırakarak fırlayıp dışarı çıkmıştı Nejat. Oh be! dedi koşarken. Bir şekilde yine sıyırtmıştı. Şimdi iki yüz metre kadar aşırı hızda ilerlemesi sonra tornistan yapıp halkın arasında yitip gitmesi gerekiyordu. Ayaklarının birbirine dolanmasını önlemek için ekstra bir gayret sarfederek ilerliyordu ki birden bir melek çıktı karşısına. Durup kırpışan gözleri büzülen dudaklarıyla baktı Nejat! Işıl ışıl, sapsarı parlayan şişko bir kız.
“Bugün, ölmek için ne güzel bir gün değil mi Nejat?” dedi ve iğrenç bir kahkaha savurak tın!, kayboldu. Meleğin kaybolduğu yerin tam arkasında artık bir başkası duruyordu.
-----------------------

Sarhoş gözlerini en az yirmi kere kırpıştırıp, birkaç kere de oğuşturduktan sonra tanrıya, en umutsuz anında sunduğu bu mucize için teşekkür etti Hasan Dalkaç. Kurbanlık koyun gibi durmuş kendisine bakan adam Nejat’tı işte, Nejat! Sevinçle dolan göğsü hazırım, koş, yakala onu diye bağırdı, o da hiç itiraz etmeden uydu bu emre. Betonu döve döve, insanları ısıra ısıra gidecek ve o piçi yakalayıp doğduğuna pişman edecekti.
Önünden çekilen meleğin arkasından “Siktir lan,” deyip hızla çevirdi vücudunu Nejat. Hiç de güzel bir gün değildi ve ölmeye hiç niyeti yoktu. Her gün dükkanında pinekleyip tavla oynama dışında dışarıya adımını atmayan bu ayı nerden çıkmıştı karşısına ya. Ama şimdi düşünme değil aktivite zamanıydı. Bazen slalom yaparak bazen insanları tutup peşinden gelen gergedan kılıklı herifin önüne sallayarak kaçmaya başlamıştı.
“Tutuuun, tutuun, hırsız!” diye bağırdı Hasan.
“İmdaat, gündüz gündüz gaspediyorlar, imdaat!” diye cevap verdi Nejat.
Yollar altında kaydıkça tilki kılıklı puştun güveni yerine geliyor Hasan ayısının yorulup kesileceğini düşünerek pis pis sırıtıyordu. Kaçmaya alışıktı tabi ibne, ben anlatırken soluğum kesiliyor o terlikleriyle tuvalete gidermiş gibi rahat, koşturup duruyordu.
Hasan Dalkaç başta çok azimliydi. Tüm gücünü kullanarak ilerlemiş, bir ara harbiden bayağı da yaklaşmıştı avına. Ancak üstüne uçan bir tip hızını kesmiş, piç Nejat’la arasındaki farkı arttırmıştı. Sonra ne kadar uğraşsa da bir gıdım yaklaşamamış ve zaman geçtikçe gözle görülür şekilde geriye düşmeye başlamıştı. Hayır. Olamazdı! Onu elinden kaçırmayı hazmedemezdi. İleride sağda, bir elli metre sonra başlayan ve ara sokaklara açılan dar aralığı gördü. Beyni uğuldamaya, gözü dönmeye başladı. Eli istemsizce beline gitmiş, tabancası dışarıya fırlamıştı. Gören kendini yere atıyor ama bu kalabalıkta hala Nejat’ın önü yüzlerce kişiyle çevreleniyor, görüş açısı daraltılıyordu. Koşarken doksan dereceye oturup, hedefe kilitlendi kıllı eli. Nejat kızıl bir kadının önünden sıyrılmış, aniden sola doğru kaçmıştı. Parmak tetiğe asıldı. Pam! Bir herif; bacağından kanlar fışkırarak yere indi. İnsanlar bağırışmaya, birbirlerini ittirmeye, işeyerek ve dua ederek kaçmaya girişti anında. Pam! Kurşun sesi betonların arasında yankılanıp puslu gökyüzündeki martıları çığlıklar içinde bıraktı. Başörtülü bir teyze yere düştü. “Anam anam,” diye bağırdı bir süre, Hasan yanından geçerken ise sesi kesilmişti. Nejat artık bir sağ bir sol yapıyor, arada eğilerek atıcıyı şaşırtmaya çalışıyordu. Pam! Kız arkadaşını korumak isteğiyle sıkıca sarılmış bir genç sevgilisini de yere çekerek devrildi. Göğsü kanlar içindeydi. Pam! Artık ne olduğu, kime ne zarar verdiği belirsizdi..
Sonunda cinnet yavaşça yorgunluğa ve çaresizliğe yenik düştü. En fazla 10 koca adım daha atan Hasan Dalkaç durup dizlerinin üstüne çöktü. Nejat ufukta görünmüyordu artık. Bir daha görme şansı da kalmamıştı. Şimdi çevresinde ölüler yaralılar ve karanlık bir gelecek duruyordu. Hüngür hüngür ağlarken artık bağırışan, kaçışan, can çekişen insan seslerini duymaya başlamıştı kulakları. O anda aklına gelen şeyin bu ortamla alakası olmaması gerçekten can sıkıcıydı. Karısını çorabını çıkarıp beyaz baldırlarını sergileyerek çapkınca bakarken görmüştü. Görüntü geldiği gibi gitti Hasan başını sallayınca. Kararını vermişti ama. Silah kalkıp şakağına dayandı. Parmağı tedirgin bir titreklikle tetiğe uzandı ve bir zıpçıktı “Yapma ağbi, kıyma kendine,” diyerek silahı alıp çeviriverdi. Bir pam! daha. Zıpçıktı anırarak yere kapaklanmış ve debelenmeye başlamıştı. Hasan Dalkılıç avuçlarını gökyüzüne açarak “Allahım ne ayıbımı gördün, ne yaptım ben sana?” diye sordu. Cevap hapishanedeki altıncı yılında gelecek, mesih olduğunu iddia eden Hasan tüm hapishaneden kendisiyle birlikte üstlerine gaz döküp yanmalarını isteyecekti. Cevap “Yeterince pişmedin Hasan, pişmeden atıldın hayata,” idi...
--------------------

Çükü tutarak koşmak bayağı zormuş. Morarmış sol bacağımla topallar, çıkan sağ kolumla sağa sola savrulup dururken hele. Nasıl da düşmüştüm lan yaşlı herifin üstüne? Garip bir cork sesiyle betona yapışan adamın üstünde kendime geldiğimde sadece koş demişti beynim. Başka hiçbir şey düşünemeden fırlayıp gitmiştim. Adam ölmüş müydü, vücudumda kırık var mıydı, ya da aslında ben ölmüştüm de, cehenneme gelip çıplak kalmanın ayıbıyla yaşamaya mı mahkum edilmiştim bilmiyordum. Bu durumda acı önemini kaybetmişti. Tek taktığım çükümü halkın duyarlı bakışlarından gizlemek ve bir an önce bizim Özge Kıraathanesi’ne varmaktı. Boynumu birkaç kez döndürmeye çalışmış ama sadece öne doğru bakabildiğimi farketmiştim. Galiba kıkırdaklar üstüste binmişti. Böylece arkamdan onlarca adamın koşturduğunu ve alayın gırla gittiğini sadece kulaklarım haber verebiliyordu bana.
“Of anam, göte bak,” diye bağırdı davul gibi bir ses.
“Kavun mübarek kavun,” diye ekledi bir başkası ve ho ha haa falan diye gülüşler koptu.
Adımlarımı hızlandırmam gerekiyordu. Aceleci Quasimodo! Şu köşeyi dönünce dar bir aralık vardı. Orada bu başlarına meraktan değil de diğerinden, beter bir şey gelesi güruhu ekme şansına kavuşacaktım.
Ve GÜMM!!!!
Noolduğunu anlayamadan dört kola, dört bacağa, iki burna sahip olmuş, bir aptalla içiçe geçtikten sonra geriye doğru fırlayıp gitmiştim. Çarpışma aşırı şiddetliydi. Normalde bilincimin iki gün kapalı kalması gerekiyordu. Ama nooluyordu lan? Kendimi bomba gibi hissediyordum. Ayağa kalkıp vücudumu yokladığımda sağ kolumun kendiliğinden yuvasına geçtiğini, boynumun rahatlıkla döndüğünü ve bacağımdaki morluğun da üstüne su dökülen mürekkep gibi dağılmaya yüz tuttuğunu gördüm. En ilginci de, herhalde heyecandan olsa gerek, şeyimin taş gibi olup tüm morluğu üstünde toplamasıydı.
Avuçlayıp geriye döndüm ve hala susmayan ibnelere bağırdım.
“Alın lan, alın, bu mu istediğiniz!”
Dudak uçuklatıcı gerçek onları bir iki adım geriletecek kadar korkutmuştu. Fazla üstlerine gitmedim, çıplaktım ve kalabalık psikolojisinin nerelere varabileceğini kimse bilemezdi. Hemen baygın yatan talihsiz kurtarıcımın yanına koştum ama. Ayağımla iterek çevirdim ve bir bulantının midemde anafor yaptığını hissettim. Bu o piçti. Nejat! Geçmişten kalma ne hesaplarım vardı be bu yavşakla. Onun yüzünden esnaftan dayak yediğim o gün asla gitmemişti gözlerimin önünden...
Vay adi pezevenk! Anında kararımı vermiştim. Onu güzelce bir soydum. Giysilerini giyip tekmelemeye başladığımda hem rahatlamış hem de peşimdeki meraklılara erkeğim imajı vermiştim. İğrenerek bakıyorlardı. Ben buyum işte. Tipor Saksa! Acımasız adalet savaşçısı. Bu benim için, bu bülbülleri koruma derneği için, bu Aysel’e vuramadığım için, ha ha ha. Çıplak bedeni morluklarla dolarken uyandı ibne. Zorlukla kolunu yüzüne falan siper etmeye çalıştı. Polis arabasının sesini duymasam beni onun başından kimse alamazdı.

...